Alevilik Tarihi
Hz.Muhammed
Hz.Ali
Hz.Fatıma
12 İmamlar:
  • 1. İmam Ali
  • 2. İmam Hasan
  • 3.İmam Hüseyin
  • 4. İmam Zeynelabidin
  • 5. İmam Muhammed Bakir
  • 6. İmam Cafer-i Sadık
  • 7. İmam Musa Kazım
  • 8. İmam Ali Rıza
  • 9. İmam Muhammed Taki
  • 10. İmam Ali Naki
  • 11. İmam Hasan Askeri
  • 12. İmam Mehdi

  • Hallac-ı Mansur
    Ahmet Yesevi
    Babai Ayaklanması
    Haci Bektaşi Veli
    Pir Sultan Abdal
    Şah İsmail (Hatayi)
    Semah
    Dört Kapı Kırk Makam

    Alevilik Tarihi

    (Aleviliğin oluşum Tarihi):
    Aleviliğin tarihi Islam’ın dönemlerine dek uzanır. Hz Muhammed, sağlında kendisinden sonra islam dünyasina önderlik edecek kişi olarak Hz. Ali’yi görüyordu.
    Hz. Ali, Hz. Muhammed’ den sonraki ilk müslümandı. Hz. Ali, peygamberin amcasının oğlu ve birlikte büyüdüğü, kardeşi gibi sevdiği bir kişiydi.
    Hz. Muhammed vefatindan önce bazı hadislerinde ve çeşitli yerlerde yaptığı toplantılardaki konuşmalarında kendisinden sonra ümmetine yol gösterecek kişinin, rehberin, Ali olmasi gerektiğinin üstünde durarak vurguluyordu.
    Hz. Ali, Hz. Muhammed’ in canıgibi sevdiği ve değer verdiği sağ kolu idi. Bu sevginin ve saygının en güzel örneğide Hz. Muhammed’ in çok sevdigi değerli varlığı sevgili kızı Fatma ile Ali’yi evlendirmesiydi.
    Hz. Muhammed’in erkek çocuğu olmamıştı. Onun soyu sevgili kızı Fatma ile Ali olan evlilikten olacak çocuklar ile devam edecekti. Ali’yi kendisinden sonra müslümanlara önderlik edecek en uygun kişi olarak görüyordu. Hz. Muhammed bir hadisinde; “ Ulular ulusu Allah, Peygamberi ayrı ayrı ağaçlardan ( soylardan) yarattı. Ağacın kökü benim, Ali dalları budaklarıdır. Fatma o ağacın verimidir.
    Hasan ve Hüseyin meyveleri, şia’mızda yapraklarıdır.Kim bu ağcın dallarında birine yapışırsa kurtulur. Yapışmayan helek olur.” der.
    Hz. Muhammed camaatle sohbet ederken kendisinin de insan olduğunu bir gün bu diyardan göçüp gıdeceğini ifade ettikten sonra konuşmasını şöyle sürdürür.”Size iki paha biçilmez şey bırakıyorum. İlkin Allah’ın kitabı, diğeri Ehlibeyttim. Size Ehlibeytime uymanızı öğütlerim” dedikten sonra sözlerini bircok hadis kitabında yeralan şu sözlerle sürdürür. Ehlibeyt’ i yani kendi aile çevresini kastederek, “onların önüne gecmeyin, yani onların hükümlerinden başka bir hüküm vermeye kalkmayın, yoksa helek olursunuz.... / der.
    Hz. Muhammed bir başka hadisinde de “ ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır, şehri dileyen kapıya gelsin, Ben hikmetin şehriyim, Ali kapısıdır hikmetin dileyen kapıya gelsin” der.
    Gene Ali ile ilgili başka bir hadislerinde de Hz. Muhammed şöyle diyor: “ Ali bedendir ben ondanım, ben kimin mevlası veliyf-i emri isem, Ali insanların hayırlısıdır. Kim bu kabul etmezse, gerçektende kafir olmuştur...” Hz. Muhammed Kur’an-ı Kerim ve Hz. Ali ilişkisini ise bir hadisinde şöyle anlatıyor. “ Ali, Kur’an iledir ve Kur’an Ali ile; ikisi havuz kenarında benimle buluşuncaya kadar ayrılmazlar.”
    Ali’nin kişiliği ile ilgili bir hadisinde ise “ Ümmetimin en ileri ve gerçek hüküm vereni Ali’dir.Allah’ım O nereye dönerse, nereye varırsa O’nunla beraber ol ....”
    Hz. Muhammed kendisinden sonra yerine Hz. Ali’nin görevlendirildiğini bir başka hadisede şöyle açıklıyor; ” Ali benim bilgimin kapısıdır; tebliğe memur olarak gönderdiğim şeyleri benden sonra ümmetime bildiren, açıklayan kişidir; O’nu dinleyin... “ ve “ O’na baş kaldırmak nifak...” der.
    Hz. Muhammed, Ebu Talib ‘in evindeki bir toplantıda, ellerini Ali’nin omuzlarına koyarak şöyle der; “ içinizde bu benim kardeşimdir, vasiymdir, halifemdir, artık O’nu dinleyin ve O’na itaat edin.” Hz. Muhammed’in Hz.Ali’yi kendisinde sonra halifesi olarak düşündüğünü birçok kaynakta görüyoruz. Hatta gelecekte olacakları önceden görmüşcesine ileride bu konuda bir bir huzursuzluk çıkması durumunda Hz. Ali tarafından tutulması gerektiğini bir hadisinde şöyle belirtir :
    “ Benden sonra fitne (huzursuzluk ) olacaktır. Bu oldumu, Ebu Talip oğlu Ali tarafını tutun. Çünkü O bana ilk iman edendi. Kıyamettede benimle ilk dostluk edecek odur. O Sıddıyk-ı Ekber’ dir. O bu ümmetin Faruk’udur. O müminlerin ulusudur, reisidir.”
    Hz. Muhammed Veda Haccı’ nda kendisinden sonra yerine Ali’yi vekiltayin ettiğini şöyle açıklamıştır: “ Ben kimin mevlası isem, Ali’de O’nun mevlasıdır. O’ na dost olana dost, düşman olana düşman ol, O’na yardım edene yardım et, O’nunla horlayanı horla, nerede olursa olsun gerçeği O’nunla beraber kıl...”.
    Hz. Muhammed’in bu açıklamasından sora; Ebu Bekir, Ömer ve sahabeden önde gelenler Ali’inin veliliğini kurtlarlar hatta Ömer; “ kutlu olsun sana ne mutlu ey Ebu Talip oğlu Ali, bugün benim ve her erkek ve kadın müminin mevlası oldun” diye konuşma yapar.
    Bu gelişmelerden sonra Hz. Muhammed bu doğrultudaki konuşmasının sonunda “kalk ya Ali” diye Ali’yi ayağa kaldırır ve cemaate şöyle der.
    “ Benden sonra imam olarak halka doğru yolu göstermek üzere seni seçtim. Senden razı oldum, Ben kimin mevlası isem Ali’de onun mevlasıdır, özünüz doğru olarak O’na uyun ...”arkasından ; “Allah’ım O’nu seveni sev O’ na düşman olana düşman ol” diye ilave eder.
    Hz. Muhammed vefatından sonra kendi yerine Hz. Ali’yi düşünmesine ve bunu çeşitli vesilelerle açıklamasına karşın kendisinin dünya değiştirmesinden sonra olaylar düşündüğü gibi gelişmemiştir.
    Hz. Muhammed hasta yatarken durumunun ağır olduğunu fark edince çevresindekilere;”Bana yazmak icin bir şeyler getirin. Size bir şey yazdırayım ki, benden sonra asla yol yitirmeyesiniz” der.
    Peygamberin bu isteğinin yerine getirilip getirilmemesi konusunda tartışma çıkar. Orada bulunan Ömer ve çevresi Peygamberin kendinde olmadığını, yazacaklarının geçersiz olacaığı ve hatta Peygamberin “ sara nöbeti “ geçirdiğini söyleyerek vasiyetin yazılmasına engel olurlar.
    Böyle olunca Hz. Muhammed vasiyetini yazmadan dünyasını değiştirir. Hz. Muhammed’in vefatı karşısında; başta Hz.Ali ve Fatma olmak üzere yakın çevresi şok olur. Peygamberin ölümü karşısında sevenleri şaşkına dönerler.
    Bu şaşkınlık atlatılmadan büyük bir üzüntü hali yaşanırken; Hz. Ali, Hz. Fatma , Selman-ı Faris ve aile yakınları acı içinde Hz. Muhammed’in cenaze işleri ile uğraşırken, Ömer etkisi altına aldığı bazı kimselerle Ebu Bekir’i halife ilan eder. Arkasından da önüne geleni kılıç korkusu ile Ebu Bekir’e biat’a zorlar.
    Başa dön

    Hz.Muhammed

    Kısaca Resulullah (s.a.a)’in HayatıResulullah (s.a.a),
    Fil yılı, Rabiulevvel ayının on yedisinde (M.570’de) Cuma günü şafak vakti Mekke şehrinde dünyaya geldi. Resulullah (s.a.a)’in değerli babası, Abdullah bin Abdulmuttalip bin Haşim bin Abdumenaf idi; değerli annesi ise Veheb bin Abdumenaf’ın kızı Amine idi. Görüldüğü gibi her iki şahsiyetin akrabalık bağı Abdumenaf’da birleşiyor.
    Hz. Peygamber’in mübarek ismini, İlahi emir gereği Muhammed künyesini ise Ebu’l Kasım koydular.
    İmam Bakır (a.s)’ın buyurduğuna göre, Hazretin doğumunun yedinci günü Ebu Talib, Peygamber (s.a.a) için bir kurban kesti ve akrabalarını misafirliğe davet ederek şöyle dedi: "Bu Ahmed’in akikasıdır.” Misafirler; “Onun ismini neden Ahmed koydun?” diye sorduklarında, Ebu Talib; “Yer ve gök ehlinin övgüsünden dolayı onun ismini Ahmed koydum.” dedi. İşte bundan dolayı Emir-ul Müminin Ali (a.s), Hz. Resulullah (s.a.a)’in de, iki ismi bulunan peygamberlerden olduğunu söylemiştir.
    Peygamber (s.a.a) henüz daha dünyaya gelmeden babasını kaybetti; dünyaya geldikten sonra da onu, süt emmesi için Halime-i Sadiyye’ye emanet ettiler. İbn-i Sad’ın yazdığına göre, Halime Hazreti kucağına alır almaz göğsü sütle doldu; öyle ki, Peygamber ve Halime’nin açlıktan uyumayan çocuğu da o sütten doydular.
    Peygamber (s.a.a) üç yaşına kadar annesi Amine’nin de gözetimiyle süt annesi Halime’nin yanında kaldı, daha sonra Mekke şehrine giderek kendi annesinin yanında yer aldı.
    Peygamber (s.a.a) altı yaşında iken annesi Amine ve bakıcısı Ümm-ü Eymen’le birlikte akrabalarını görmek için Medine’ye gittiler. Bir ay Medine’de kaldıktan sonra Mekke’ye dönüşte Ebva’ya (Cuhfe’den 37 km. uzak) ulaştıklarında Hazretin değerli annesi vefat edip orada defnedildi. Ümmü Eymen Hz. Peygamber’i Mekke’ye götürdü, orada da Abdulmuttalip onun sorumluluğunu üstlendi. Ama iki yıl sonra Abdulmuttalip de dünyadan göçtü.[9] Onun vasiyeti gereğince Ebu Talib yeğeni Hz. Muhammed (s.a.a)’in sorumluğunu üstlendi.
    İbn-i Abbas’ın naklettiğine göre Ebu Talib Hz. Peygamber ile öylesine ilgileniyordu ki, gece ve gündüz ondan bir an olsun ayrılmıyordu, onu kendi yanında yatırıyor ve onun hakkında kimseye güvenmiyordu.
    Resulullah (s.a.a) on iki yaşında[12] Ebu Talib’le birlikte Şam’a yolculuğa çıktı. Bu yolculukta Buheyra isminde bir rahiple karşılaştılar. Buheyra, Mesihi (Hıristiyan) alimlerinin en bilginlerindendi. Hz. Peygamber’i görür görmez, O’nun ahir-uz zaman Peygamberi olduğunu hemen anladı. Buheyra Ebu Talib’e dönüp şöyle dedi: “Önceki semavi kitaplarda bu gencin peygamberliğiyle ilgili haber vardır."
    Resulullah (s.a.a) erginlik çağına kadar Ebu Talib’in evinde kaldı. Hazret ahlak, yiğitlik, halkla geçinmek ve emanete riayet etmek bakımından öyle bir ahlaka sahipti ki, halk ona “Emin” lakabını takmıştı.
    Resulullah (s.a.a) yirmi yaşında iken “Hilf-ul Fudul” antlaşmasına katıldı. Bu antlaşma Beni Haşim, Beni Zühre ve Beni Temim arasında yapılan en iyi antlaşma idi. Bu antlaşma gereği mazlumlarım hakları zorbalardan alınacak ve gereken yardımlar onlardan esirgenmeyecekti.* * *Hz. Hatice asaletli ve serveti olan bir kadındı ve erkekler vasıtasıyla ticaretle uğraşıyordu. Resulullah'ın doğru konuşan ve emanettar biri olduğunu öğrenince O Hazrete, kölesi Meysere ile birlikte ticaret yapmak için Şam’a gitmesini ve kendisine diğer tacirlerden daha fazla pay vereceğini önerdi. Resulullah (s.a.a) Hatice’nin bu önerisini kabul ederek onun malı ile Şam’a doğru yola çıktı. O memlekette mallarını satıp işlerini bitirdikten sonra Mekke’ye doğru hareket etti. Mekke’de ise oradan getirdikleri malları satıp, öncekilere oranla iki kat veya daha fazla kâr elde etti. Üstelik Meysere de yol boyunca Resulullah’tan gördüğü hareket ve davranışları Hatice’ye anlattı.
    Hatice, birisi vasıtasıyla Resulullah’a şöyle bir mesaj gönderdi: “Ey amca oğlu, aramızdaki akrabalık bağından ve kavmin arasında yüce, şerefli, soylu, emanettar, iyi huylu ve doğru konuşan biri olmandan dolayı seninle evlenmek istiyorum.”
    Hatice’nin bu evlenme teklifi öyle bir zamanda oldu ki, Hatice o zamanlar nesep açısından en köklü, şeref ve mal bakımından da bütün kadınların en üstünü idi; herkes onunla evlenmek istiyordu, ama o hiç kimseyi kabul etmiyordu.
    Resulullah (s.a.a) Hz. Hatice’nin evlenme teklifini kabul ederek amcalarını onu istemeye gönderdi.
    Resulullah (s.a.a) evlendiği zaman yirmi beş, İbn-i Abbas ve bir grup diğer bilginlerin sözüne göre Hz. Hatice de yirmi sekiz yaşında idi.
    Hz. Peygamber (s.a.a)’in Hz. Hatice ile evlenmesinden, ikisi erkek, dördü kız olmak üzere toplam altı çocuğu oldu. Erkeklerin isimleri; Kasım ve Tahir; kızların isimleri ise Ümmü Gülsüm, Rukayye, Zeyneb ve Fatıma’dır.
    Hatice-i Kubra (a.s) Resulullah (s.a.a) ile ortak yaşantısında çok fedakarlıklar yapmıştır. O bütün mal ve servetini aziz eşinin ihtiyarına bırakmış ve bütün kadınlardan önce Hz. Resulullah’a iman etmişti. Resulullah (s.a.a) onun hakkında şöyle buyurmuştur:
    “O, insanlar kafir olduğunda bana iman etti, halk beni tekzip ettiğinde o beni tasdik etti, halk beni mahrum bıraktığında o kendi malıyla bana yardımda bulundu.* * *Hz. Resulullah’ın yaşantısının en hassas dönemi, 40 yaşına girdiği ve Receb’in 27. günü (M.610) peygamberliğe seçildiği andır. O zamandan itibaren üç yıl boyuca halkı gizlice İslam’a davet etti. Hz. Resulullah’a ilk iman eden Emir-ul Müminin Hz. Ali olmuştur. Ondan sonra da Hz. Hatice iman etmiştir.
    Bi’setin üçüncü yılında Resulullah (s.a.a), halkı açıkça İslam’a davet etmeye emr olundu. Bu emir gereği önce kendi yakınlarını misafirliğe davet ederek onlara şöyle buyurdu:
    “Allah-u Teala beni, sizi O’na davet etmeye emretmiştir. İçinizden kim beni tasdik edip bu işte bana yardımcı olursa, sizin aranızdaki kardeşim, vasim ve halifem olacaktır.”
    Teberi’nin yazdığına göre Ebu Talib oğlu Ali, Peygamber’e yardımcı olacağını ilan eden tek şahıs idi. Peygamber (s.a.a) de oradakilere şöyle buyurdu:
    “Bilin ki, bu şahıs, benim sizin aranızdaki kardeşim, vasim ve halifemdir; onun sözlerini dinleyin ve emirlerine itaat edin.”
    Resulullah (s.a.a) akrabalarını İslam’a davet ettikten sonra, halktan da putlarını bırakıp sadece Allah’a ibadet etmelerini istedi. Bu söz onlara çok ağır geldi; az bir grup hariç hepsi Hazrete düşman kesilmeye başladı. O kritik anda, Mekke’nin büyüğü ve Peygamber’in amcası olan Ebu Talib, kardeşi oğlunun yardımına koştu ve onu yalnız bırakmayacağına dair yemin etti.Gerçekten öyle de yaptı. Ebu Talib, hayatta olduğu müddetçe Kureyş Hz. Peygamber’i fazla incitemiyordu.
    Kureyş büyükleri, Ebu Talib’in koruması altındaki Hz. Peygamber’i tam baskı altına alamadıklarını görünce, yeni müslüman olanları eziyet ve işkence etmeye başladılar. Peygamber (s.a.a), Müslümanların Kureyş’in zulüm ve eziyetinden kurtulmaları için onlara Habeşistan'a hicret etmeleri için izin verdi.
    Hicretin altıncı yılında, Mekke müşrikleri, Peygamber (s.a.a)’i öldürme kararı aldılar. Bu yüzden Muhammed (s.a.a)’i kendilerine teslim etmedikçe Beni Haşim’le muamele yapmayacaklarına ve onlardan evlenmeyeceklerine dair kendi aralarında bir antlaşma imzaladılar. Bu antlaşmayı bir deri sayfasına yazarak Ka’be’nin duvarına astılar. Beni Haşim de canlarını korumak için Peygamber (s.a.a) ile “Şi’b-i Ebu Talib” deresine sığındılar; üç yıl boyunca orada kaldılar. Üç yıl sonra Allah-u Teala Peygamberine, antlaşmayı “Allah” lafzı hariç karıncaların yediğini haber verdi. Ebu Talib bu haberi Kureyişlilere iletti ve onlara; “Eğer Muhammed’in söyledikleri doğru çıkarsa ne yaparsınız?” diye sordu. Onlar da: “Artık el çekeriz” dediler. Kureyşliler Ka’be’ye gidip oraya astıkları antlaşmanın “Allah” lafzı hariç karıncalar tarafından yenildiğini görünce kendi antlaşmalarından vazgeçtiler. Bi’setin onuncu yılında vuku bulan bu olay neticesinde Mekke halkından birçok kimseler İslamiyeti kabul ettiler. Böylece Beni Haşim Şi’b-i Ebu Talib’den dışarı çıkabildi.
    Peygamber (s.a.a), bi’setin onuncu yılında iki büyük yardımcısı olan Hz. Ebu Talib ve Hz. Hatice’yi kaybetti.] bu iki büyük şahsiyetin ölümü Hazrete çok ağır geldi, bundan dolayı o yılın ismini “Hüzün yılı” koydu.
    İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s) şöyle buyurmuştur:
    “Resulullah (s.a.a), Ebu Talib ve Hatice’yi kaybettiğinde artık Mekke’de kalması güçleşmişti... Allah-u Teala bundan dolayı Hz. Peygamber’in, Mekke’de yardımcısı olmadığından orayı terk edip Medine’ye doğru hareket etmesini emretti.”
    Ebu Talib merhum olduktan sonra Kureyş’in Peygamber’e eziyeti gittikçe fazlalaştı, Hazrete defalarca ihanet edip O’nun canına kıymak istediler.
    Mekke müşrikleri, bi’setin 13. yılı “Dar’un Nedve” denilen bir yerde toplanıp Peygamber’i öldürme kararı aldılar. Bu karara göre çeşitli kabilelerden oluşan gençler hep birlikte Hazret’e saldıracak ve kimin tarafından öldürüldüğü bilinmeyecekti. Hz. Peygamber (s.a.a) İlahi vahiyle bu komplodan haberdar oldu ve geceleyin Mekke’den ayrılarak Medine’ye doğru yola çıktı. Emir’ul- Müminin Hz. Ali de Peygamber (s.a.a)’in canını korumak için O’nun yatağında yattı.* * *Peygamber (s.a.a), Rabi’ul- Evvel ayının ilk günü Mekke’den ayrıldı ve aynı ayın 12. günü Medine’nin yakınlarında olan “Kuba” denilen yere vardı ve orada yaklaşık on gün Hz. Ali’yi bekledi.
    Bu müddet içerişinde de Kuba camisini yaptırdı. Daha sonra Hz. Ali’nin gelmesiyle Medine’ye teşrif buyurdular .
    Hz. Peygamber’in hicreti ardınca Mekke Müslümanları da yavaş-yavaş Medine’ye hicret etmeye başladılar. Hz. Peygamber (s.a.a) Muhacir ve Ensar (Medine halkı) arasındaki samimiyet bağını güçlendirmek için onların aralarında kardeşlik bağı oluşturdu.
    Peygamber (s.a.a) bu teşebbüsü ile Medine’de İslami bir toplum oluşturmuş ve Muhacirlere yardım için de uygun bir zemin hazırlamıştı.
    Bu küçük İslam toplumunun kuruluşundan daha 19 ay geçmemişken Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında savaş ateşi tutuştu. İlk önemli ateş Bedir savaşı idi, onun peşi sıra Uhud, Hendek, Hayber, Tebuk vb. savaşlar da vuku buldu.
    Peygamber (s.a.a)’in savaşları iki çeşittir; birincisi, kendisinin katıldığı savaşlardır, bu savaşlara “Gazve” denilir. Diğeri ise kendisinin katılmadığı savaşlardır, bu savaşlara da “
    Seriyye” deniliyor. Gazvelerin sayısının 28, seriyyelerin sayısının ise 38 tane olduğunu söylemişlerdir.[36] Bunca savaş, dokuz yıldan az bir zamanda vuku bulmuştur.
    Bu gazve ve seriyyeler, Müslümanların Hicaz topraklarında azamet ve güçlerinin aşikar olmasına ve birçok Arap kabilelerinin Hz. Peygamberle barış antlaşmaları imzalamalarına sebep oldu.
    Bu antlaşmaların en önemlisi, Hudeybiye antlaşması idi. Hz. Peygamber bu antlaşmayı, hicretin altıncı yılında Mekke müşrikleriyle yaptı. Bu antlaşma, Hicaz toprağında nisbi bir emniyet ve huzurun oluşmasına yol açtı ve diğer topraklarda da İslam’ın yayılmasına bir ortam hazırladı.
    Peygamber (s.a.a), hicretin yedinci yılında İslam’ın geniş bir şekilde yayılmasını sağlamak için birçok mektuplar yazmış ve bu mektupları İran, Rum, Habeş, Mısır, Yemame, Bahreyn vb. ülkelerin kral ve padişahlarına göndererek kendi mesajını onlara iletmiştir. Resulullah bu mektuplarda onları İslam’a davet ediyordu. Bu vesileyle Hz. Peygamber’in evrensel risaleti dünyanın her tarafına bildirilmiş ve böylece İslam’ın mesajı uzak memleketlere de ulaşmıştır.* * *Hicretin sekizinci yılının Ramazan ayında Mekke şehri Peygamber tarafından fethedildi. Resulullah (s.a.a) ordusuyla birlikte savaşmaksızın Mekke şehrine girdi, ilk teşebbüsünde Mekke halkının hepsini affetti ve Kabe’de bulunan üç yüz atmış putu oradan temizledi ve sonra minbere çıkarak şöyle buyurdu:
    “Ey insanlar! Allah Teala cahiliyet tekebbürünü ve atalarla övünmeyi sizin aranızdan temizledi. Bilin ki siz Ademdensiniz, Adem de balçıktandır. Bilin ki, Allah’ın en iyi kulları O’ndan korkan ve günah işlemeyendir.”
    Resulullah (s.a.a), Mekke’de kısa bir müddet kaldıktan sonra Medine’ye doğru hareket etti. Bir kaç aydan sonra, Rum ordusunun İslam ülkelerine saldırıp o topraklarda ilerlemeyi amaçladıklarını öğrendi. Hazret bu haberi öğrenir öğrenmez İslam ordusunun, Rum ordusuna karşı koymak için Şam sınırlarına doğru hareket etmelerini emretti, kendisi de ordunun komutanlığını üzerine aldı. Uzun bir mesafeyi kat ettikten sonra Hicretin dokuzuncu yılının Şaban ayında, Şam sınırında bulunan Tebuk topraklarına ulaştılar. Ama Rumlulardan hiçbir eser yoktu. Çünkü Rum ordusu, Hz. Peygamber’in komutanlığındaki İslam’ın güçlü ordusunun hareketinden haberdar olmuş ve Müslümanlar karşısında yenilgiye uğramak korkusundan aldıkları kararlarından vazgeçmişlerdi.
    Resulullah (s.a.a) düşman tehlikesinin olmadığını görünce ordunun Medine’ye dönmesini emretti. “Tebuk” ismiyle meşhur olan bu gazve Hz. Peygamber’in en son gazvesi sayılmaktadır.
    Hz. Peygamber (s.a.a)’in Hicaz topraklarındaki en fazla muvaffakiyet elde ettiği yıl, hicretin dokuzuncu yılıdır. Çünkü o yılın hac merasiminde müşriklerden beraat ilan edildi. Bu önemli mesele, Kurban Bayramında Emir’ul- Müminin Hz. Ali vasıtasıyla düşmanlara duyuruldu ve onlara, İslam’a karşı tavırlarını belirlemeleri için dört ay fırsat tanındı. Bu beraatın ilanı neticesinde çeşitli kabilelerin elçileri Medine’ye doğru akın etmeye başladılar. Hepsi Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek İslam’ı kabul ettiklerini veya İslam’ın gölgesinde yaşamaları için cizye ödemeye hazır olduklarını ilan ettiler.
    O yıl çok fazla elçinin Medine’ye akın etmesinden dolayı o yıla; “Amm’ul- Vefud” (Elçiler Yılı) ismini vermişlerdir. Böylece puta tapma adet ve geleneği Hicaz toprağından silinmiş ve yerine tevhid dini yerleşmiştir.* * *Resulullah (s.a.a), hicretin onuncu yılında hac amellerini yapmak için Mekke’ye yolculuk yapmaya hazırlandı. Müslümanlar da bu haberi duyunca, hac amellerini doğru bir şekilde kamil olarak öğrenmek için yolculuğa hazırlandılar. Resulullah (s.a.a) Zilkade ayının sonuna dört gün kala Medine’den ayrıldı, Zilhiccenin dördüncü günü ise Mekke’ye vardı. Hac amellerini yaptıktan sonra Müslümanlarla birlikte o şehirden ayrılarak Medine’ye doğru yola koyuldu. Yüz yirmi bin civarında olan hac kervanı “Cuhfe” denilen yere yetiştiğinde, Hz. Peygamber tarafından kervanın durdurulması emredildi. Resulullah (s.a.a) namazını kıldıktan sonra Gadir-i Hum kenarında bir hutbe okudu, sonra Hz. Ali’nin elini tutup her ikisinin koltuk altları görülecek kadar kolunu yukarıya kaldırdı. Herkes onu görüp tanıdı; sonra yüksek bir sesle şöyle buyurdu:
    “Ey insanlar! Müminlerin kendilerinden, onlara daha evla kimdir?”
    Halk: “Allah ve resulü daha iyi bilir.” dediler.
    Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:
    “Allah-u Teala benim mevlamdır; ben de müminlerin mevlasıyım; ben onlara kendilerinden daha evlayım. Öyleyse ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır.”
    Resulullah (s.a.a), bu cümleyi üç defa tekrarladı. (Hanbelilerin imamı olan Ahmed bin Hanbel’e göre, dört defa tekrarlamıştır.) Daha sonra şöyle buyurdular:
    “Allah’ım! Onunla dost olana dost, ona düşman olana düşman ol; onu seveni sev, ona buğz edene buğz et; ona yardım edene yardım et, ondan yardımını esirgeyenden yardımını esirge; o nereye dönerse hakkı onunla döndür. Biliniz ki, bu sözleri hazır olanlar hazır olmayanlara bildirmelidirler.”
    Halk henüz dağılmadan Allah-u Teala şu ayet nazil etti:
    “Bugün dininizi kemale erdirdim, nimetimi size tamamladım ve din olarak İslam’ı size beğendim.”
    Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:
    “Allah-u Ekber! Din kemale erdi, nimet tamamlandı, Allah benim risaletime ve benden sonra Ali’nin velayetine razı oldu.”
    Daha sonra orada bulunan insanlar Hz. Ali’yi tebrik etmeye başladılar. Ebu Bekir ve Ömer Hz. Ali’yi ilk kutlayan kimselerdendir...
    Bu vakıa, Zilhicce’nin on sekizinci günü vuku buldu. Hz. Peygamber’in halife tayin etme işi birkaç defa çeşitli yerlerde tekrarlanmıştır.
    Hz. Peygamber (s.a.a) Haccet’ul- Veda yolculuğundan sonra ömrünün son günlerini yaşıyordu, nihayet hicretin on birinci yılı Sefer ayının yirmi sekizinde fani dünyadan ayrılıp ebedi yurda göç etti.
    Hz. Peygamber (s.a.a)’in Hatice’den altı çocuğu vardı, onların isimlerini daha önce zikrettik. Mariye’den de İbrahim isminde bir oğlu vardı. Resulullah (s.a.a)’in, Fatıma (a.s) hariç bütün evlatları kendi hayatı döneminde vefat ettiler. Hz. Peygamber’in nesli, Hz. Fatıma’dan devam etti.

    Başa dön

    Hz.Ali

    Hz.AliHz. Emir-ül Mü'minin Ali (a.s),
    Beni Haşim kabilesinin büyüğü, Hz. Peygamber-i Ekrem’in amcası Ebu Talib'in oğludur. Ebu Talib, Peygamber efendimizi çocukluk döneminden itibaren kendi evinde büyütüp himayesi altına almış, Hazret’in peygamberliğe seçilmesinden sonra da hayatta bulunduğu sürece o ilahi nuru, kafirlere, özellikle de Kureyş kafirlerine karşı korumuş, bu uğurda hiçbir fedakarlıktan geri durmamıştır.
    Hz. Ali, (meşhur rivayete göre) bi'setten on yıl önce dünyaya gelmiştir. Altı yaşında iken de Peygamber'in isteği üzerine, Mekke ve yöresinde meydana gelen kuraklık nedeniyle maddi sıkıntıya giren babasının yanından ayrılarak, Peygamber'in evinde yaşamaya başlamış, böylece bizzat o Hazret’in eğitimi altına girmiştir.Bu arada Peygamber-i Ekrem, gelenek haline getirdiği Hire dağındaki yıllık ibadeti esnasında ilk vahiy inerek peygamberliğe seçildikten sonra eve dönüp olayı anlattığında, o Hazret’e ilk iman getiren kişi Hz. Ali (a.s) olmuştur. Yine İnzar ayeti ismiyle meşhur olan “En yakın aşiretini uyar” [3] ayet-i kerimesi nazil olarak Peygamber-i Ekrem yakın akrabalarını uyarmakla görevlendirildiğinde, Hz. Resul akrablarını toplayarak onlara: "Sizlerden kim, benim bu görevimde bana yardım etmeye hazırdır ki, benim kardeşim, vasim ve aranızda halifem olsun?" buyurduğunda, onların arasından yalnızca Hz. Ali (a.s) ayağa kalkarak imanını ibraz etmiş, buna müteakip Peygamber-i Ekrem de mübarek elini Hz. Ali’nin omuzuna koyarak: “Bu benim kardeşim, vasim ve sizin aranızdaki halifemdir; onu dinleyin, ona itaat edin” buyurarak o Hazret’in iman etmesini kabul etmiş ve İslam dininin ilk başından itibaren kendinden sonra Hz. Ali’nin geldiğini vurgulamıştır. Böylece Ali (a.s) Müslümanlar arasında ilk iman getiren ve hayatı boyunca Allah'tan başkasına tapmayan ilk şahsiyet olmakla birlikte, Hz. Resulullah (s.a.a)’dan sonra İslam dininin ikinci şahsiyeti oluvermiştir.Ali (a.s), Peygamber-i Ekrem’in hicretine kadar devamlı onunla birlikte olmuş, düşmanlarına karşı onu savunmuş, kafirlerin Allah Resulü’nü katletme kararı aldıkları hicret gecesi de Ali (a.s), canını feda etmek pahasına, Peygamber efendimizin yatağında yatmış ve Resul-ü Ekrem bu sayede gizlice evden ayrılarak emniyet içerisinde Medine'ye doğru yola koyulabilmiştir.[5] Hz. Rusulullah’ın emniyete kavuşmasından sonra da o Hazret’in vasiyeti üzerine, Peygamber-i Ekrem’in nezdinde emanet olan halkın emanetlerini sahiplerine iade ederek annesini, Resul-ü Ekrem’in sevgili kızı Fatimei Zehra’yı başka iki kadınla birlikte alıp Medine'ye doğru hareket etmiştir.Medine'de devamlı Resulullah’la birlikteydi. Peygamber-i Ekrem hiçbir zaman gizlide ve açıkta onu kendisinden ayırmadı. Biricik sevgili kızı Hz. Fatıma'yı zevce olarak ona münasip gördü. Müslümanlar arasında kardeşlik akdi okuttuğunda, Ali'yi (a.s) kendisine kardeşliğe layık gördü.Ali (a.s) Peygamberin katıldığı tüm savaşlarda hazır bulundu. Bir tek Tebuk savaşına katılmadı. O da Peygamberin emri ile Medine'de Peygamberin yerinde kaldığı içindi. İşte o zaman, yine Hz. Ali’nin seçkin makamını ümmetine bildirmek gayesiyle Hz. Ali’ye hitaben: “Sen bana oranla Harun’un Musa’ya oranla sahip olduğu mevkie sahipsin; ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir” buyurdu.“[8] Böylece peygamberlik dışında sahip olduğu makamlarının tamamın Hz. Ali (a.s)’da da bulunduğunu açıkca gözler önüne sergiledi. Hz. Ali hiç bir savaşta geri adım atmadı; hiçbir an düşmandan kaçmadı; hiçbir şart altında Peygamberin emrinden çıkmadı. İşte bu nedenledir ki, Peygamber-i Ekrem’in: "Hiç bir zaman Ali haktan ve hak da Ali'den ayrılmaz" övgüsüne mazhar oldu.Ali (a.s) Peygamber'in vefatında otuz üç yaşındaydı. Tüm dini faziletlere sahip olup, sahabe içerisinde her açıdan en seçkin mevkide olmasına ve Hz. Resulullah (s.a.a)’ın ümmete açıkça: “Ben kimin mevlası (efendisi) isem Ali de onun mevlasıdır” [10] ve “Ali benden sonra her mü’min erkeğin ve mü’me kadının velisidir” [11] buyurmasına rağmen o Hazret’in genç olması ve Peygamber'in savaşlarında kafirlerden bir çoğunu öldürüp, onlardan düşman kazanması bahane edilerek hilafetten kenara itildi. Böylece o Hazret’in eli tüm genel olaylardan kesildiğinde evinin bir köşesine çekilerek özel kişileri eğitmeye başladı. Peygamber'in vefatından sonra 25 yıl üç halifenin hilafet zamanı geçti. Üçüncü halife Osman öldürüldüğünde halk Hz. Ali'ye (a.s) biat ederek onu hilafete seçti.Hz. Ali (a.s) dört yıl dokuz ay süren hilafeti müddetinde Peygamber'in siretine uyup, hilafet'e inkılap ve kıyam ruhu verdi. Toplumda çeşitli ıslahlara baş vurdu. Elbette bu ıslahlar, bir kısım çıkar peşinde koşanların zararına olduğu için sahabeden bazıları, Ümm-ül Mü'minin "Ayşe" "Talha" "Zübeyr" ve "Muaviye" liderliğinde üçüncü halifenin kanını bahane ederek halifeye karşı çıkıp, çeşitli çirkin olaylara sebebiyet verdiler. O hazret bu fitneleri yatıştırmak için Basra yakınlarında Ayşe, Talha ve Zübeyr ile savaştı ve bu savaş, Cemel savaşı adında maruf oldu. Irak ve Şam sınırlarında Muaviye ile savaştı; bu savaş Sıffın savaşı adını aldı ve bir buçuk yıl devam etti. Nehrevan adıyla maruf olan muharebesinde de Hariciler ile savaştı.
    Böylelikle o hazretin hilafet müddetice gösterdiği çabaların bir çoğu iç kargaşaları gidermek yolunda geçti. Çok geçmeden Hicretin 40. yılı Ramazan ayının 19. günü Kufe mescidinde, sabah namazında, Hariciler tarafından yaralanıp iki gün sonra şehit oldu.Hz. Emir-ül Mü'minin (a.s) tarihin tanıklığına, dost ve düşmanın itiraflarına göre insani değerlerde hiçbir eksikliği olmayıp İslami faziletlerde Peygamberin terbiyesine tam bir örnek idi. Onun şahsiyeti hakkında yapılan bahisler, Şia ve Ehl-i Sünnet ve bu konuda bilgi sahibi olanlar tarafından yazılan kitaplar hiç kimse hakkında olmamış ve yazılmamıştır.
    Ali (a.s) ilim ve bilgi açısından Peygamberin ashabı arasında en üstünüdür. İlmi açıklamalarıyla özgür kanıtlama ve burhan tarzını ortaya koyduğu gibi, ilahi öğretilerde ve felsefi bahislerde de bulundu. Kur'an'ın lafzını korumak için Arapça dilbilgisi kurallarını icat ettiği gibi Kur'an'ın batınında da konuştu. Hitabet etmekte en becerikli, Araplar içinde (birinci bölümde geçti) şecaatte dillere destan idi. Peygamberin zamanında ve ondan sonra yaptığı savaşlarda hiçbir zaman paniğe kapılmadı. Defalarca çeşitli olaylar örneğin Uhud, Huneyn, Hayber ve Hendek gibi savaşlarda Peygamberin ashabı ve ordusu paniğe kapılıp titrediler, bazıları da firar ettiler. Fakat Ali (a.s) bunların hiç birinde düşmana sırt çevirmedi. Savaşta ün kazanan yiğitlerle savaştığında hiçbiri kurtulamadı. Bu güce sahip olduğu halde güçsüzlerle savaşmadı. Firar edeni takip etmedi, gece saldırı yapmazdı ve suyu düşmana kesmezdi.Hayber savaşında hücum edip kalenin kapısını yerinden söküp bir kenara atması tartışılmaz tarihi bir realitedir .Yine Mekke'nin fethinde Peygamber-i Ekrem (s.a.a) putların kırılmasına emir verdiğinde Ali (a.s), Peygamberin isteğiyle, o hazretin omuzlarına ayaklarını koyarak Kabe'nin üzerine çıkıp, oraya dikilen taştan yontulmuş koskocaman Hübel denilen putu yıktı.Ali (a.s) takva ve abitlikte de tek idi. Onun sertliğinden şikayet edenlerin cevabında, Peygamber; "Onu kınamayın. Çünkü o Allah'a aşıktır." buyurdu.Sahabeden olan Ebu Derda, o hazretin kupkuru cesedini Medine hurmalıklarının birinde görünce haber vermek için onun evine gelip Hz. Fatıma'ya "Kocandan taraf başın sağ olsun" dedi. Peygamberimizin kızı "Amcam oğlu ölmemiş, ibadet ederken ilahi korkudan bayılmıştır. Onun bu hali çokça görülmektedir" buyurdu.Ali'nin (a.s) fakirlere yardım etmesi, emri altında olanlara muhabbet etmesi, çaresizlerin imdadına koşması, cömertliği ve affı hakkında bir çok kıssalar vardır. Eline geleni Allah yolunda fakir ve miskinlere verip kendisi çok zor koşullarda yaşıyordu. Çiftçiliği, fidan dikmeyi, su kuyuları kazmayı ve bayır yerleri yeşillendirmeyi severdi. Fakat bu yolda elde ettiği şeyleri fakirlere vakfederdi. O Hazretin vakıfları "Ali (a.s) sadakaları" adında meşhurdur. Hilafetin sonlarında bunların epeyce (yirmi dört bin dinar) geliri vardı

    Başa dön

    Hz.Fatıma

    Hz. Fatımat’üz Zehra (a.s)’ın Hayatına
    Kısa Bir Bakış
    Hz. Fatıma'nın Doğumu Hz. Fatıma'nın (a.s) doğum tarihi hakkında İslam alimleri ihtilaf etmişlerdir. Ehl-i Sünnet alimleri çoğunlukla o Hazret'in Hz. Resulullah'ın bi'setinden beş yıl önce doğduğunu rivayet ederken, Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadislerde daha çok Hz. Fatıma'nın (a.s) bi’setin beşinci yılının cemaziyülâhır ayının yirmisinde cuma günü doğduğu belirtilmiştir. Ebu Basir'in naklettiği bir hadiste Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Fatıma (a.s) Hz. Resulullah (s.a.a) kırk beş yaşında iken cemaziyülâhır ayının yirmisinde dünyaya geldi. Ömrünün ilk sekiz senesini babasıyla birlikte Mekke'de geçirdi. On sene de Medine'de babasıyla beraber kaldı. Babasının vefatından sonra ise, sadece yetmiş beş gün hayatta kaldı ve hicretin on birinci yılında cemaziyülâhırın üçünde dünyadan göçtü."Hayr-ı Kesir Olması
    Allah Teala, Hz. Peygamberini (s.a.a): “Sana bol hayır vereceğiz” buyurarak müjdelemişti. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.a), Allah’ın va'dinin kesin olduğunu ve bütün hayırların kaynağı olacak pak ve bereketli neslin kendisinden vücuda geleceğine emindi. Ancak kalp gözleri körleşen düşmanlar Resulullah'ın erkek evladının vefat ettiğini görünce, “Artık Muhammed’in soyunu devam ettirecek erkek evladı kalmamıştır; kendisinden sonra yolu da sönüp gider” şeklindeki söylentiler yaparak Hazret'i incitiyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak onlara cevap olarak Kevser Suresini indirerek şöyle buyurdu: “Şüphesiz biz sana bol hayır (bereketli nesil) vermişiz. Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Doğrusu asıl ebter (soyu kesik) olan sana kin duyandır.”
    Evet Allah’ın bu va'di, Hz. Fatıma’nın dünyaya gelmesiyle gerçekleşmiş, dünya ufukları onun veladet nuruyla aydınlanmış ve kadının ne kadar yüce bir makama ulaşabileceğini bütün âleme göstermek isteyen Allah Teala, Peygamberinin temiz soyunun, Hz. Fatıma’dan vücuda gelmesini takdir eylemişti.Küçük Yaşta Babasının Yardımına KoşmasıHz. Fatıma çocukluk günlerinden itibaren Allah Resulünün hamisi olmaya çalışmış, o küçücük elleriyle düşmanların saldırıları karşısında babasına siper olmuş, babasının bütün hüzün ve kederlerinde onun en fedakâr ortağı olmuştur. Tarih o Hazret'in bu fedakârlıklarını iftiharla kaydetmiştir.
    Bir gün müşriklerden biri, Resulullah'ı (s.a.a) sokakta görünce, Hazret'i incitmek için başına bir miktar çer-çöp ve pislik döktü. Âlemlere rahmet olan Resulullah (s.a.a) ona karşılık vermedi ve bir şey söylemeden bu hâliyle eve döndü. Hz. Fatıma (a.s) babasının bu vaziyetini görünce koşup derhal su getirdi, ağlar gözle babasının başını ve yüzünü yıkamaya başladı. Kızının bu üzgün vaziyetini gören Hz. Resulullah (s.a.a), ona teskinlik vermek amacıyla şöyle buyurdu: “Kızım ağlama! Mutmain ol ki, Allah (c.c) babanı düşmanların şerrinden koruyacak ve onlara galip kılacaktır.”
    Yine bir gün Hz. Fatıma (a.s), Mescid-i Haram’da oturan bir grup kâfirin, babasının katli için komplo hazırladıklarını fark edince, ağlar bir gözle eve dönüp kâfirlerin aldığı kararı ve uygulamak istedikleri komployu babasına haber vermiş ve böylece babasını muhtemel tehlikeye karşı korumuştur.
    Bir gün de Peygamber-i Ekrem'in Mescid-i Haram’da namaz kıldığı sırada müşriklerden bir grup, Hazret'le dalga geçip alay etmeğe başladılar. Bu esnada onlardan biri o çevrede yeni kesilmiş bir devenin rahmini alıp kan ve pisliği ile birlikte, secde hâlinde olan o Hazret'in sırtına attı. Orada hazır bulunan ve bu manzaraya şahit olan Fatıma (a.s) bu duruma çok üzüldü; ağlayarak Resulullah’ın yanına koştu ve devenin rahmini Hazret'in sırtından alıp uzak bir yere atarak Hazret'i onların bu saygısızlığına karşı korumaya başladı. Bu arada bu büyük saygısızlığa maruz kalan Hz. Resulullah'ın (s.a.a) namazını bitirdikten sonra o insanlara beddua ettiği rivayet edilmiştir.
    Fatıma (a.s) böylece küçük yaşlarından itibaren bu çeşit hadiseleri görüp babasının yardımına koşuyor, bir annenin yavrusunu savunduğu gibi Hazret'i savunuyor ve babası için adeta annelik yapıyordu. İşte bundan dolayı Resulullah (s.a.a) ona, “Ümmü Ebîha” (Babasının annesi) lakabını vermişti.Ev İşlerine Bakmasıİslam’ın en büyük şahsiyetinin yegane kızı Hz. Fatıma (a.s) ev işlerini yapmaktan çekinmiyordu. Aksine ev işlerinde o kadar zahmet çekiyordu ki, Hz. Ali (a.s) onun bu kadar zahmet çekmesine üzülüyor, kendisine acıyor ve hizmetlerini takdir ediyordu. Hz. Ali'nın kendisiyle Hz. Fatıma'nın yaşamını anlatan aşağıdaki sözleri, Hz. Fatıma'nın bu açıdan katlandığı zorlukları açıkça gözler önüne sermektedir: Hz. Ali (a.s) ashaptan birine şöyle buyurmuştur:“Kendim ile Fatıma’nın durumunu sana anlatmamı ister misin? Fatıma o kadar evime su taşıdı ki, kırba bedeninde iz bıraktı; o kadar el değirmeniyle buğday öğüttü ki, elleri nasır bağladı; o kadar evde temizlik yaptı, evi süpürdü ki, elbiseleri bozardı, o kadar kazanın altında ateş yaktı ki, elbiseleri kararmaya başladı. Bu yüzden Fatıma’ya; 'Peygamber’in huzuruna gidip durumunu beyan edecek olursan ev işlerinde sana yardımda bulunacak bir hizmetçi verir' dedim.
    Bunun üzerine Fatıma Resulullah’ın huzuruna gitti; Hazret'in bir grup sahabeyle sohbet ettiğini görünce ihtiyacını izhar etmekten utanıp bir şey söylemeden geri döndü. Resulullah (s.a.a) Fatıma’nın bir hacetten dolayı geldiğini anlamıştı. İşte bundan dolayı o günün sabahı evimize teşrif buyurdular, selam verdiler, biz de cevap verdik. Eve girip yanımızda oturarak şöyle buyurdular:
    'Fatıma'cığım, dün gece ne maksatla bizim eve geldin?' Fatıma hacetini arz etmekten utandı. Bu sırada ben şöyle dedim: 'Ya Resulallah! Fatıma o kadar su taşımış ki, kırbanın başı göğsünde iz bırakmış, o kadar el değirmeni çevirmiş ki, elleri nasır bağlamış... Ben bu durumu görünce ona; 'Eğer babanın yanına gidip bir hizmetçi istemiş olursan, seni bu durumdan kurtarır' dedim.Kocasına HizmetiHz. Fatıma (a.s) kadının cihadının, kocasına iyi eş olması olduğunu ve evin erkeğin dinlenme ve huzur yeri olduğunu çok iyi biliyordu. Dolayısıyla Hz. Ali (a.s), işten veya -bir savaş söz konusu olduğu zaman- savaş meydanından yorgun argın olarak eve döndüğünde, Hz. Fatıma güler yüzle onu karşılar, işi ve savaşla ilgili haberleri ondan öğrenir ve şayet kocası savaşta yara almışsa, yaralarını pansuman eder, kocasını teşvik ve tahsin eder, cesaret ve fedakarlığını överdi. Bu vesileyle de kocasının kalbini hoşnut eder, yorgun olan bedenini rahatlatırdı. Bu hususta Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Yoğun bir koşuşturmanın ardından eve gelip Fatıma’ya baktığımda bütün gam ve üzüntülerim yok olup gidiyordu.”
    Sonra Hz. Fatıma (a.s) kesinlikle Hz. Ali'nin (a.s) müsaadesi olmaksızın evden dışarı çıkmaz ve hiçbir zaman onu öfkelendirmezdi. Çünkü o babasının;“Allah Teala kocasını öfkelendiren kadının oruç ve namazını, kocasını kendisinden razı etmedikçe kabul etmez” buyurduğunu biliyordu. İslamî ölçülere riayet hususunda ise o herkesten daha duyarlı idi.
    Hz. Fatıma (a.s) hayatı boyunca asla yalan söylemedi, kimseyi incitmedi, hiçbir zaman kocası Hz. Ali’nin emrinden çıkmadı ve o Hazret'i üzmedi. Hz. Ali (a.s) bu hususta şöyle buyurmuştur: “Andolsun Allah’a ki ben, kesinlikle Fatıma’yı öfkelendirecek bir iş yapmadım, Fatıma de hiçbir zaman beni öfkelendirmedi.”Çocuk EğitmesiHz. Fatıma'nın (a.s) çok önemli ve ağır vazifelerinden biri de çocuğa bakma ve onları eğitme meselesi idi. Hz. Fatıma (a.s) beş çocuk sahibi olmuştur, onların isimleri şöyledir: Hasan, Hüseyin, Zeynep, Ümmü Gülsüm ve Muhsin. Beşinci evladı olan Muhsin, henüz dünyaya gelmeden anne karnında öldürülmüştür.
    Hz. Fatıma'nın (a.s) kendisi vahiy evinde eğitilmişti. Dolayısıyla bizzat Hz. Resulullah (s.a.a)'ın terbiyesi altında İslamî terbiye ve eğitimin en yüksek derecesini almıştı. Bu yüzden de annenin çocuğuna süt vermesinden, çocuğunu okşamasından ve öpmesinden tut, çocuğa karşı sergilenen bütün hareket ve davranışların, konuşma tarzının ve çocuğa söylenen sözlerin onun hassas ruhunu nasıl etkilediğinin tam anlamıyla bilinci içindeydi. Dolayısıyla Hz. Fatıma (a.s) çocuklarıyla olan oyununu bile eğitim ve ders haline getirmiş ve bu oyunlarda onlara şecaat, fedakarlık, hakkı savunma ve Allah'a kulluk dersleri veriyordu.
    İşte bu duyarlılık sayesinde Hz. Fatıma, İmam Hasan gibi, hassas durumlarda İslam’ın menfaatlerini korumak ve esaslı bir inkılaba zemin hazırlamak için canını dişine takıp susabilecek, İmam Hüseyin gibi, Kerbela'da sergilediği kahramanlığıyla can, evlat ve malından geçerek İslam’ı diriltebilecek, Zeynep ve Ümmü Gülsüm gibi ateşli hutbe ve konuşmalar yaparak Beni Ümeyye’nin zulüm ve sitem rejimini rüsva ve rezil edecek evlatlar terbiye etti.FaziletleriHz. Fatıma'nın faziletinden şu kadarı yeter ki, Hz. Resulullah (s.a.a) onu, ilklerin ve sonların, gelmiş geçmiş ve gelecek olan bütün dünya kadınlarının seyyidesi (efendisi) olarak tanıtmış, Ehl-i Beyt'inden yalnızca onun ayağına kalkarak elini öpüp kendi yerinde oturtmuş, ona "babasının annesi" lakabını vermiş, onun mayasının cennet meyvesinden oluştuğunu, insan kılığında cennet huriyesi olduğunu vurgulamış, ondan cennet kokusunu aldığını belirterek, onu koklamış, onun kendi parçası ve kalbi olduğunu vurgulayarak, onu incitenin kendisini incittiğini beyan etmiş, hatta daha ötesi Fatıma'nın rızasını Allah'ın rızasının ölçeği olarak tanıtmıştır. Bu hususta Hz. Resul-i Ekrem'den çok sayıda hadis nakledilmiştir. Biz burada sadece bazılarına işaret etmekle yetineceğiz.
    Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
    “Dünya kadınlarının en üstünü dört kişidir: “İmran’ın kızı Meryem, Muhammed’in kızı Fatıma, Huveyled’in kızı Hatice ve Firavun’un hanımı Asiye.”
    Yine Peygamber (s.a.a) buyurmuştur ki:
    “Fatıma (a.s), ilklerden ve sonrakilerden bütün cennet kadınlarının en üstünüdür.”[
    Hz. Resulullah (s.a.a), Hz. Fatıma’ya şöyle buyurmuştur: “Allah Teala senin gazabınla gazap eder, senin hoşnutluğunla da hoşnut olur.”
    Yusuf bin Zebyan dedi ki; Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu:
    “Fatıma (a.s), Allah katında dokuz isimle çağrılır: 'Fatıma, Siddika, Mübareke, Tahire, Zekiyye, Raziye, Merziyye, Muhaddese, Zehra.' Sonra 'Fatıma'nın ne anlama geldiğini biliyor musun?' buyurdu. Ben; 'Efendim bana açıkla' dedim. Bunun üzerine, İmam (a.s) şöyle buyurdu: 'Fatıma denilmesinin sebebi, şer ve kötülüklerden masum ve mahfuz olduğu içindir.' Sonra da şunu ekledi: 'Eğer Ali (a.s) olmasaydı, Adem'den kıyamete kadar yeryüzünde Fatıma için layık bir eş bulunmazdı.'
    Hz. Peygamber (s.a.a) buyurmuştur ki:
    “Fatıma bedenimin bir parçasıdır, ona eziyet bana eziyettir, onun hoşnutluğu benim hoşnutluğumdur ve Fatıma insanların bana en aziz olanıdır.”
    İbn-i Abbas şöyle diyor: "Bir gün Hz. Resulullah (s.a.a) oturuyordu. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (aleyhim’us-selam) da Peygamber’ in yanındaydılar. Bu arada Hazret şöyle buyurdu: 'Allah’ım, biliyorsun ki, bunlar benim Ehl-i Beyt’im ve (nezdimde) insanların en değerlisidirler. Allah'ım, onları seveni sev, onlara düşman olanlara düşman ol, onlara yardım edene yardım et, onları bütün kötülüklerden münezzeh kıl, bütün günahlardan koru ve Ruh’ul- Kudus vasıtasıyla onları teyit et.' Daha sonra şöyle buyurdu: 'Ya Ali! Sen benden sonra ümmetin İmamı ve benim vasimsin. Sen müminleri cennete doğru hidayet edeceksin. Sanki kızım Fatıma’nın kıyamet günü nurdan olan bir bineğe bindiğini, sağ tarafında yetmiş bin melek, sol tarafında yetmiş bin melek, arkasında yetmiş bin melek ve önünde yetmiş bin melek olduğu halde hareket ettiğini ve ümmetimin mümin kadınlarını cennete götürdüğünü görür gibiyim. Beş vakit namazlarını kılan, Ramazan ayında oruç tutan, Allah’ın evini ziyaret eden, malının zekatını veren, kocasına itaat eden ve Ali’yi seven her kadın, Fatıma’nın şefaati vasıtasıyla cennete girecektir ve Fatıma dünya kadınlarının en üstünüdür.' Bu arada Hz. Resulullah'a: 'Fatıma sadece kendi asrının kadınlarının mı büyüğüdür?' diye soruldu. Bunun üzerine; Hazret şöyle buyurdular: 'Kendi asrının kadınlarının büyüğü olan Meryem binti İmran'dır. Kızım Fatıma, geçmiş ve gelecekteki bütün kadınların en üstünüdür..."
    Hz. Resulullah (s.a.a) Selman’a şöyle buyurdular:
    “Ey Selman! Kim kızım Fatıma’yı severse cennette benimle birlikte olur; kim de ona düşman olursa ateşe atılır.
    Ey Selman! Fatıma’ya sevgi beslemenin yüz yerde insana faydası dokunur; o yerlerin en kolayı şunlardır: Ölüm zamanı, kabre koyulurken, terazi kurulduğunda, mahşer günü, sırat köprüsünde ve sorgu sual zamanı.
    Ey Selman! Kızım Fatıma kimden razı olursa ben ondan razıyım; ben de kimden razı olursam Allah ondan razı olur; Fatıma kime gazap ederse ben ona gazap ederim; ben de kime gazap edersem Allah ona gazap eder.
    Ey Selman! O’na ve kocası Emir’ul Muminine, onun torunları ve Takipçilerina zulüm edenlerin vay haline.”
    Hz. Resulullah (s.a.a) uzun bir hadiste şöyle buyurmuştur:
    “Ey Fatıma! Beni peygamberliğe seçen Allah’a andolsun ki, ben cennete girmedikçe diğer kimselerin cennete girmesi haramdır; sen benden sonra cennete girecek ilk şahıssın...
    Ey Fatıma! Beni hak olarak meb’us kılana andolsun ki, sen kadınların hanım efendisi olarak cennete gireceksin...
    Beni hak olarak peygamber gönderene andolsun ki, Hasan ve Hüseyin de senin sağ ve solunda oldukları halde cennete girecekler; sen cennetin en yüksek yerinden halka bakacaksın, Hamt bayrağı da Ali bin Ebu Talib’in elinde olacaktır...
    Beni Peygamber seçene andolsun ki, senin düşmanlarına düşman olacağım; senin hakkını gasp edenler, seninle dostluk bağını kesip bana yalan atanlar pişman olacaklar, benim karşımda yer üzerinde süründürülecekler...”
    Hz. Resulullah (s.a.a) vefatına yakın bir zamanda Hz. Fatıma’nın elini Hz. Ali’nin eline koyarak şöyle buyurdular:
    “Ey Ebe’l-Hasan! Bu, Allah’ın emaneti ve O’nun resulü olan Muhammed’in senin yanındaki vediasıdır. Öyleyse beni, O’nun hakkında gözet ve biliyorum ki, sen bunu yapacaksın.
    Ey Ali! Allah’a andolsun ki, O (Fatıma), geçmiş ve gelecekteki cennet kadınlarının en üstünüdür. Allah’a andolsun ki, O, büyük Meryem’dir. Bil ki, Allah’tan O’nun ve senin için dua ettim, Allah da duamı kabul buyurdu...
    Ey Fatıma! Allah’a andolsun ki, sen razı olmadıkça ben razı olmayacağım.” (Bu sözü üç defa tekrarladı)
    Hz. Resulullah (s.a.a) vefat anında Fatıma (a.s)’a şöyle buyurdu:
    “Ey Fatıma! Allah’a andolsun ki, senin ağlamandan dolayı, Allah’ın arşı ve onun etrafındaki melekler, gökler ve yerler ve onlarda olan her varlık ağlayacaktır.”
    Ebu Eyyub-i Ensari şöyle diyor:
    Hz. Resulullah (s.a.a) hastalandı, Fatıma (a.s) Hazret'in ziyaretine gelerek ağladı. Resulullah (s.a.a) onun bu durumunu görünce şöyle buyurdu:
    “Ey Fatıma! Allah Teala seni çok sevmektedir. Seni, geçmişi herkesten parlak olan ve ilmi herkesten daha çok olan biriyle evlendirdi. Allah Teala yeryüzündeki insanlara özel bir şekilde teveccüh edip onların arasından beni seçti, beni mürsel bir peygamber kıldı; yine yeryüzüne teveccüh etti, onların arasından kocanı seçti ve seni O’nunla evlendirmek ve O’nu vasi kılmam için bana vahyetti.
    Ey Fatıma! En üstün peygamber bizdendir, O da babandır; en üstün vasi bizdendir, O da eşindir; en üstün şehitler bizdendir; Onlar da babanın amcası Hamıza ve iki kanadıyla cennette uçan ve istediği yere giden babanın amcası oğlu Cafer’dir; cennet gençlerinin efendileri olan Hasan ve Hüseyn bizdendir; Onlar da senin evlatlarındır. Canım elinde olan Allah’a andolsun ki, bu ümmetin Mehdisi bizdendir, O da senin torunlarındandır.”
    Yine Hz. Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki:
    “Eğer iyilik ve güzellik bir şahıs olmak isteseydi, o mutlaka Fatıma olurdu; oysa Fatıma ondan daha üstündür. Kızım Fatıma soy, yücelik, keramet ve bağış bakımından yeryüzündeki insanların en üstünüdür.”
    Emir’ul-Muminin Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:
    “Allah’a andolsun ki, şimdi öyle bir söz diyeceğim ki, benden başka kim o sözü söylerse yalancıdır: Ben alemlere rahmet olan Peygamber'den miras aldım, eşim (Fatıma) ümmetin kadınlarının en üstünüdür; ben de vasilerin en üstünüyüm.”
    Hz. Ali (a.s) Hz. Fatıma (a.s) hakkında şöyle buyurdular:
    “Allah’a andolsun ki, ben O’nu (Fatıma’yı) kesinlikle öfkelendirmedim; hayatta olduğu müddetçe onu sevmediği bir işe mecbur etmedim; O da beni öfkelendirmedi, bana karşı gelmedi; Ona baktığımda bütün gam ve üzüntüler kalbimden yok olup giderdi.”
    Hz. Ali'nin (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
    “Allah’a andolsun ki, Fatıma’yı kendi gömleğinde yıkadım, tertemiz idi, Resulullah’ın henutundan kalan henutla onu henutladım. Onu kefenledikten sonra; ‘Ey Ümmü Gülsüm! Ey Zeyneb! Ey Sekine! Ey Fizze! Ey Hasan! Ey Hüseyn! Gelin annenizle vedalaşın, ayrılık vakti yetişmiştir, görüşmek cennet ve kıyamete kalmıştır’ diyerek onları çağırdım. Hasan ve Hüseyn öne gelip ağlayarak; 'Ey Hasanın annesi! Ey Hüseyn’in annesi! Ceddimiz Muhammed Mustafa’yı gördüğünde selamımızı O’na ilet ve O’na de ki, senden sonra yetim kaldık' diye annelerini sesleyip O’nunla konuştular.
    Allah şahittir ki, Fatıma sızladı, feryat etti, ellerini kefenden çıkarıp onları bağrına bastı, bu esnada gayptan şöyle bir ses geldi: “Ey Ebe’l-Hasan! O ikisini annelerinin göğsünün üzerinden kaldır. Allah’a andolsun ki, göklerin meleklerini ağlattılar, dost (Allah), dostu (Fatıma’yı) görmeğe müştaktır...”
    İmam Hasan (a.s) da annesi hakkında şöyle diyor:
    “Cuma gecesi annem Fatıma (a.s) mihrapta durup ibadete koyulmuştu, şafak atıncaya kadar hep rüku ve secde halindeydi; mümin erkek ve kadınların ismini zikredip onlar için çok dua edip fakat kendisi için Allah’tan bir şey istemediğini gördüm. Bunun üzerine anneme; "Ey anne! Neden diğerlerine dua ettiğin gibi kendin için de dua etmiyorsun?' dedim. Buyurdular ki: 'Evladım! Önce komşu sonra insanın kendisi."
    İmam Hüseyn (a.s) Resulullah (s.a.a)’ın şöyle buyurduğunu naklediyor:
    “Fatıma kalbimin sevincidir; iki oğlu kalbimin meyvesidir; eşi gözlerimin nurudur; evlatlarından olan İmamlar, Rabbimin eminleri ve O’nunla yaratıkları arasında ilişki bağıdırlar; kim o bağa sarılırsa kurtulur, kim de ondan ayrı kalırsa helak olur.”
    İmam Muhammed Bakır (a.s) da babalarından naklen şöyle buyurmuştur:
    “Resulullah'ın (s.a.a) kızı Fatıma'nın (a.s) “Tahire” lakabıyla adlandırılması, her denes ve refesten (kir, leke ve çirkin şeylerden) tertemiz olduğu içindir...”
    İmam Sadık (a.s) da şöyle buyurmuştur:
    “Fatıma (a.s) hayatta olduğu sürece Allah Teala diğer kadınları Hz. Ali (a.s)’a haram kılmıştı; çünkü Hz. Fatıma (a.s) kadınların gördüğü adetten pâk idi.”
    İmam Rıza (a.s) babalarından naklen Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
    “Miraca gittiğimde Cebrail (a.s) elimden tutup beni cennete götürdü, cennet hurmasından bana verdi, ben de onu yedim. O hurma benim sırtımda nütfeye dönüştü. Yeryüzüne döndüğümde Hatice’yle birlikte olduk, O Fatıma’ya hamile oldu. Binaenaleyh Fatıma insan şeklinde olan bir huridir. Cennetin kokusunu özlediğimde kızım Fatıma’yı kokluyorum.”
    İmam Ali Naki (a.s) babalarından naklen Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletti:
    “Kızım Fatıma’nın “Fatıma” adlandırılmasının sebebi, Allah Teala’nın O’nu ve dostlarını cehenneme ateşinden ayırmış ve uzaklaştırmış olduğu içindir.”
    İmam Hasan Askeri (a.s)’a; “Fatıma (a.s) neden “Zehra” olarak adlandırılmıştır?” dediklerinde İmam (a.s) şöyle buyurdular:
    “Fatıma (a.s)’a “Zehra denilmesinin sebebi şunun içindir ki yüzü, günün başlangıcında Emir’ul-Muminin (a.s) için güneş gibi nur saçıyordu, öğle vakti dolunay, akşamleyin ise yıldız gibi parlıyordu.”
    Ebu Ömer el-Amiri şöyle diyor:
    İbn-i Ebu Ganim-i Kazvini ile bir grup Ehl-i Beyt taraftarı arasında hilafet konusunda niza çıktı. İbn-i Ebu Ganim, Ebu Muhammed (İmam Hasan Askeri)’in, kimseyi yerine tayin etmeden öldüğünü söylüyordu. Ehl-i Beyt taraftarları da tayin ettiğini savunuyorlardı. Bunun üzerine İmam Mehdi (a.s)’a bir mektup yazarak durumu Hazrete bildirdiler.
    İmam Mehdi (a.s) cevaben kendi yazısıyla onlara şöyle yazdı:
    “Bismillahirrahmannirrahim. Allah bizi ve sizi fitnelerden korusun ve yakin ruhunu bizlere bağışlasın... Allah Teala Adem (a.s)’ın zamanından Ebu Muhammed (a.s)’ın zuhuruna dek hidayete ermeniz için hidayet nişaneleri sizin için karar kılmıştır; bir yıldız (İmam) battığında (öldüğünde) diğer yıldız aşikar olmuştur. Allah Teala O’nun ruhunu kabzettiğinde Allah’ın kendi dinini batıl ettiğini ve kendisiyle yaratıkları arasındaki sebep ve irtibatı kestiğini zannettiniz. Oysa kesinlikle böyle bir şey olmamış ve kıyamete kadar da olmayacaktır...
    Ben size nasihat ettim, Allah bana ve size şahittir... Resulullah’ın kızı Fatıma (a.s)’da benim için örnek vardır; (buyurmuştur ki:) “Cahil, amelinin kötü neticesinde yakın bir zamanda helake uğrayacaktır; kafir de ahiret yurdunun kimin olduğunu yakın bir zamanda anlayacaktır.”
    Allah Teala bizi ve sizi kendi rahmetiyle tehlike ve kötülüklerden, afet ve belalardan korusun. Allah Teala istediği şeye kadirdir. Allah’ın selam, rahmet ve bereketi bütün vasi, evliya ve müminlerin, Muhammed ve Ehl-i Beyt’nin üzerine olsun.”
    Mübahele Olayına Katılması
    Hz. Fatıma (a.s) mübahele olayında hazır bulunan beş kişiden biridir. Hicretin onuncu yılında Necran Hıristiyanlarından bir grup, tartışma ve tahkik yapma kastıyla Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna vardılar. Hz. İsa’nın yaratılış niteliği gibi çeşitli meseleler söz konusu edildi. Resulullah (s.a.a) onlara Âl-i İmran suresinin ilk ayetlerinden bir kaçını tilavet buyurdu. Konuşma inada vardı, bu esnada şu ayet nazil oldu:
    “Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun hakkında seninle çekişip tartışmalara girişirlerse de ki; gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra karşılıklı lanetleşelim de Allah’ın lanetini yalan söylemekte olanların üstüne kılalım.”
    Resulullah (s.a.a) Allah Teala’nın emri gereğince Necran Hıristiyanlarını mübaheleye (karşılıklı beddua etmeye) davet etti, fakat bunun yarına ertelenmesini önerdi.
    Ertesi gün Necran Hıristiyanları va'dedilen yere geldiler. Bu sırada Hz. Peygamber’in bir genç erkek, bir genç kadın ve iki çocukla birlikte va'dedilen yere doğru geldiğini gördüler... Nihayet ilahî azabın korkusundan dolayı mübaheleden vazgeçip Resulullah’ın huzuruna giderek musalaha (anlaşma) yapmalarını rica ettiler, bu ricaları Resulullah tarafından kabul edildi...
    Mübahele olayı meşhur bir olaydır. Mezkur ayet de bu olay hakkında nazil olmuştur. Resulullah'ın (s.a.a) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’den başka kimseyi mübahele için götürmediği hususunda Ehl-i Beyt ve Ehl-i Sünnet ekolu görüş ittifakı içerisindeler. İşte bu mesele Hz. Fatıma, eşi Hz. Ali ve evlatları Hasan ve Hüseyin için büyük bir fazilettir.
    İmanı ve İbadeti
    Hz. Fatıma, kadınların en halis ve en çok ibadet edeni olduğunda şüphe yoktur. Bizim o Hazret'in ibadetini anlatmamız mümkün değildir. En iyisi Hz. Fatıma'nın bu özelliğini de Hz. Resulullah'dan dinleyelim.
    Resulullah (s.a.a), Fatıma'nın (a.s) ibadeti hakkında şöyle buyurmuştur:
    “Allah Teala, kızım Fatıma’nın kalbini ve azalarını, imanla öyle doldurmuş ki, Allah'a itaat için kendisini bütün meşguliyetlerden uzak tutmaktadır.”
    Yine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
    “Kızım Fatıma alemdeki kadınların en üstünüdür, bedenimin bir parçasıdır, gözümün nurudur, kalbimin meyvesidir, bedenimdeki ruhumdur, insan şeklinde bir huridir. İbadet mihrabında ayağa kalktığında yıldızlar yeryüzündekilere nur saçtığı gibi onun nuru da gökteki meleklere öyle nur saçar. Allah (c.c) meleklerine şöyle buyurur: “Ey meleklerim, cariyelerimin en üstünü olan cariyem Fatıma’ya bakın, (bakın görün) nasıl karşımda namaz için ayağa kalkmıştır, benim korkumdan bedeninin azaları titriyor, kalbiyle bana ibadete yönelmiştir. Ey melekler şahit olun ki, ben, Fatıma’nın takipçilerini cehennem ateşinden amanda kıldım...”
    Hasan Basri şöyle demiştir:
    “Dünyada, (başka bir nakilde de-bu ümmetin içerisinde) Fatıma’dan daha çok ibadet eden bir kimse yoktu. Allah’a ibadet etmede o kadar ayakta dururdu ki, ayakları şişerdi.”
    Bağış ve Cömertliği
    Cabir bin Abdullah-i Ensarî şöyle diyor:
    "Bir gün ikindi namazını Hz. Peygamber’le birlikte kıldık. Aniden eski bir elbise giymiş olan yaşlı ve güçsüz bir adam Resulullah’ın huzuruna vardı. Resulullah (s.a.a) ona dönüp halini sordu. Cevaben şöyle dedi: 'Ya Resulallah, açım, beni doyur; çıplağım, bana bir elbise bağışla; fakirim, bana bir şey ver.
    Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: 'Benim şimdi bir şeyim yoktur. Ama bir hayıra kılavuzluk yapan, o işi yapan kimse gibidir. Öyle bir kimsenin evine git ki, Allah ve Resulünü sever, Allah ve Resulü de onu sever ve Allah’ı kendisine tercih eder. Git kızım Fatıma’nın evine, umarım sana yardım eder.'
    Resulullah (s.a.a) daha sonra Bilal’a şöyle buyurdu :
    'Ya Bilal, kalk bu güçsüz kişiye Fatıma’nın evini göster.' A’rabî kişi Bilal’la birlikte Hz. Fatıma’nın evine gittiler, eve vardıklarında ihtiyar adam yüksek bir sesle şöyle dedi: 'Ey nübüvvet ailesi ve meleklerin nazil olduğu merkez, selamun aleykum' Hz. Fatıma (a.s) cevaben: 'Aleyk’es-selam, sen kimsin?' diye sordu. Fakir adam şöyle dedi: 'Ben fakir birisiyim, babanın huzuruna gittim, beni size gönderdi. Ey Peygamber’in kızı, açım, beni doyurun; çıplağım, beni örtün (bana bir giysi verin); fakirim, bana bir şey bağışlayın.'
    Hz. Fatıma (a.s) evinde yiyecek bir şey olmadığından, Hasan ve Hüseyin’in üzerinde yattıkları bir koyun postunu o fakir adama verdi, fakir adam şöyle dedi: 'Ey Muhammed’in kızı, ben açlıktan sana şikayet ettim, sen ise bir koyun postunu bana verdin, aç olduğum halde onu ne yapacağım?' Hz. Fatıma (a.s) bunu duyunca amcası kızının ona hediye ettiği gerdanlığı o adama bağışlayıp şöyle buyurdu: 'Al bunu sat ve kendi ihtiyacını karşıla, umulur ki, Allah ondan daha hayırlısını sana verir.'
    Fakir adam onu alıp Peygamber’in huzuruna gitti ve macerayı O’na anlattı. Peygamber (s.a.a) duygulanıp ağladı ve şöyle buyurdu: 'Gerdanlığı sat, umulur ki, Allah Teala kızımın bağışı bereketiyle sana bir genişlik bağışlar.'
    Bilahare bu gerdanlık çok bereketli oldu. Onunla bir köle hürriyete kavuştu, bir aç doydu, bir fakir müstağni oldu ve tekrar sahibine geri döndü."
    Kıssa çok uzun olduğundan dolayı biz onun özetini naklettik.
    Masumiyeti
    Biz Ehl-i Beyt dostları, Peygamberleri, On İki İmam’ı masum bildiğimiz gibi Hz. Fatıma’yı da her çeşit günah ve isyandan masum biliriz. Ehl-i Beyt İmamları’nın masumiyetini ispat eden delil ve gerekçelerin birçoğu Hz. Fatıma’nın da masumiyetini ispat etmektedir. Mesela, Allah Teala’nın: “Gerçekten Allah, her çeşit çirkinlik ve pisliği siz Ehl-i Beyt’ten gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor”ayeti o Hazret'i de kapsamına almaktadır.
    Ehl-i Beyt ve Ehl-i Sünnet tarafından nakledilen çok sayıda hadisler, mezkur ayetin Peygamber, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin hakkında nazil olduğunu ifade etmektedir.
    Ömer bin Ebu Seleme şöyle diyor: "Mezkur ayet, Ümmü Seleme’nin evinde nazil oldu. Sonra Peygamber (s.a.a) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i kendi yanına çağırdı ve elbisesini onların üzerine örtüp şöyle buyurdu: “Allah’ım, benim Ehl-i Beyt’im bunlardır, her çeşit pislik ve çirkinliği onlardan gider ve onları tertemiz kıl.”
    Ümmü Seleme: 'Ya Resulallah, ben de onlardan mıyım?' dediğinde Resulullah (s.a.a); 'Sen kendi yerindesin sen, de hayır üzeresin' buyurdular."
    Bu arada Resulullah (s.a.a), Ehl-i Beyt’i tanıtması ve mevzuu tespit etmesi için altı ay, bir rivayete göre yedi ay, diğer bir rivayete göre de sekiz ay boyunca sabah vakitleri, sabah namazına gittiğinde Fatıma'nın (a.s) evinin önüne gelerek: "Namaz, ey Ehl-i Beyt namaz" buyurur ve daha sonra da mezkur ayeti tilavet ederlerdi.
    Siyasi Mücadelesi
    Hz. Ali ve Fatıma (a.s), Resulullah’ın (s.a.a) tekfin ve tedfin işlerini bitirdikten sonra olup bitmiş bir işle karşılaştılar. Ebu Bekir hilafete tayin edilmiş ve Müslümanlardan bir grup da ona biat etmişti.
    Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın bu durumu kabullenmeleri düşünülemezdi. Nitekim öyle de oldu. Hz. Ali, Hz. Fatıma ve Hz. Ali'ye tabi olan Beni Haşim kabilesi ve ashabın ileri gelenlerinden bir grup Ebu Bekir'e biat etmekten imtina ettiler. Ebu Bekir'in alelacele hilafete getirilmesinin Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beyt'i ve özellikle de Hz. Ali hakkındaki tavsiye ve buyruklarıyla çeliştiğini savundular. Bununla da kalmayıp Hz. Ali ve Hz. Fatıma bu olay karşısında Hasan ve Hüseyin’in elinden tutarak Medine’nin ileri gelen kişilerinin evlerine gidip onları yardıma çağırdılar, Peygamber’in (s.a.a) tavsiyelerini onlara anlattılar.[46]
    Hz. Ali ve Hz. Fatıma (a.s) bundan netice alamayınca menfi mücadeleyi başlatmaya karar verdiler. Bir kaç gün böyle geçti. Bu arada Ömer, Ebu Bekir’e; “Ali ve yakınlarının dışında herkes sana biat etti, onlar biat etmezlerse, senin hükümetin sağlam bir temele oturmuş sayılmaz. Ali’yi çağır, onu biat etmeye zorla” dedi. Ebu Bekir, Ömer’in sözünü beğendi; bunun üzerine Ömer'in amcası oğlu Konfoz’a: “Git Ali’ye de ki; Resulullah’ın halifesi! biat etmen için mescide gelmeni istiyor!” dedi.
    Konfoz, kaç defa Ali'nin (a.s) yanına gittiyse de Hz. Ali (a.s) Ebu Bekir’in yanına gitmekten imtina etti. Ömer çok sinirlendi, Halid bin Velid, Konfoz ve diğerlerini yanına alarak Hz. Fatıma’nın evine gitti. Kapıyı çaldı ve; “Ya Ali! Kapıyı aç” diye bağırdı.
    Hz. Fatıma (a.s) çok rahatsız olduğu halde kapının arkasına gelerek; “Ey Ömer! Bizimle işin olmasın. Bırak kendi işimizle uğraşalım” dedi. Ömer; “Kapıyı aç! Yoksa evi yakarım!!” dedi.
    Fatıma (a.s); “Ey Ömer! Allah’tan korkmuyor musun? İzinsiz olarak evime mi girmek istiyorsun?!” dedi.
    Hz. Fatıma (a.s) her ne ettiyse Ömer’i kararından caydıramadı. Bilakis, Ömer, kapıyı açmadıklarını görünce; “Odun getirin de kapıyı yakayım!” dedi.
    Nihayet Ömer kapıyı ateşe verdi. Sonra da şiddetle tekmelemeğe ve itmeye başladı. Kapı açıldı, Ömer içeri girmek istedi. Hz. Fatıma (a.s) Ömer’in önünü kesti. Ömer kılıfında olan kılıcıyla o Hazret'i vurmaya başladı. Hazret belki de halk gaflet uykusundan uyanır ve Ali’yi savunurlar diye ağlayıp feryat etmeye başladı. Hz. Fatıma’nın ağlayıp yardım talebinde bulunmaları, o taş yürekli insanlara hiç tesir etmedi. Hatta o Hazret'i dövmeğe başladılar ve kamçıyla kolunu morarttılar!
    Bilahare Hz. Ali’yi yakaladılar ve iple bağlayıp çekerek mescide götürmeye başladılar. Hz. Fatıma (a.s), Hz. Ali’nin tehlikede olduğunu görünce ileri atılarak sıkıca Ali’nin elbisesinden asıldı ve “Kocamı götüremezsiniz” diye bağırmaya başladı. Ömer'in amcası oğlu Konfoz, Hz. Fatıma’nın, Ali’nin elbisesini bırakmayacağını görünce kamçıyla onun nazenin koluna vurmaya başladı. Öyle ki, hazret vefat ettiğinde, henüz o kamçıların izi Hazret'in pazısında bir pazıbent gibi görülmekteydi!
    Bu arada Fatıma (a.s) halkın izdihamı neticesinde kapı ile duvar arasında öyle bir sıkıştı ki, kaburga kemikleri kırıldı ve bu darbe sonucu rahminde olan çocuk da sıkt oldu!
    Bu hengamede Fatıma (a.s) baygın düşmüştü. Bir de kendine geldiğinde baktı ki, Ali’yi mescide götürmüşler. Durmak câiz değildi artık, Ali’nin canı tehlikedeydi, onu savunması gerekirdi. Bütün bu ezikliğine rağmen kaburgası kırılmış olduğu halde evden çıktı ve Beni Haşim kadınlarından bir grupla birlikte mescide gitti. Ali’yi tutukladıklarını görünce onlara yönelerek; “Amcam oğlunu serbest bırakın, yoksa Allah’a andolsun ki, saçlarımı dağıtır, Peygamber’in gömleğini başımın üzerine atar, sizi Allah’a şikayet ederim! Andolsun ki, Salih'in devesi Allah'a benim bu yavrularımdan daha aziz değildir” diye seslendi.
    Sonra da yüzünü Ebu Bekir’e çevirerek şöyle dedi: “Kocamı öldürüp çocuklarımı yetim mi bırakmak istiyorsun? Onu bırakmazsan saçlarımı dağıtır ve babamın kabrinin üstünde Allah’ı imdada çağırırım!”
    Bu sözü söyledikten sonra Hasan ve Hüseyin’nin ellerinden tutarak Resulullah'ın (s.a.a) kabrine doğru hareket etti... Hz. Ali (a.s) durumun çok tehlikeli olduğunu gördü, Selman’a, Fatıma’yı bu işten vazgeçirmesini söyledi... Fatıma (a.s) Hz. Ali’nin emrini duyunca; “O emrettiği için itaat ediyorum ve sabredeceğim” dedi.
    Geceleyin Defnedilmesi
    Hz. Fatıma (a.s), imamet uğruna canı pahasına mücadele eden ilk mücahit idi. O bu mücadelesinin kıyamete kadar unutulmamasını istiyordu. O kendinden sonra gelenlere, Beni Sakife'de iş başına getirilen hilafet sisteminin meşru olmadığını, bu sistemin Peygamber-i Ekrem'in kalbinin meyvesi olarak tanıttığı biricik kızına ne gibi zulümler reva gördüğünü bildirmek kararındaydı. İşte bunun için Hz. Ali’ye vasiyet ederek: “Beni geceleyin kefenle ve gizli olarak toprağa ver. Kaburga kemiklerimi kıran, çocuğumun düşmesine sebep olan ve malıma el koyan kimselerin cenazemin başında durmalarını istemem; kabrim de bilinmesin!” dedi.
    Hz. Ali de Hz. Fatıma'nın (a.s) vasiyeti üzerine, kimseye haber etmeksizin ona geceleyin gizlice gusül verip kefenledi ve sadece Selman, Ebuzer ve Mikdad gibi birkaç özel ashabının iştirakiyle gizlice defnetti. Kabrinin tanınmaması için de defnedildiği yeri yerle bir etti ve ayrıca kırk tane sembolik kabir yaptı!
    Vefat Tarihi
    Hz. Fatıma (a.s) babasından sonra bir kaç aydan fazla yaşamamıştır. Bununla birlikte vefat tarihi hakkında muhtelif görüşler vardır. Kuleyni’nin naklettiğine göre Hz. Fatıma (a.s) babasından sonra 75 gün, İbn-i Şehraşub’un nakline göre 72 gün, Ebu’l Ferec’in nakline göre 3 ay, Allame Meclisi’nin rivayetlerine göre 40 gün veya 6 ay, İbn-i Cevzi’nin nakline göre 70 gün ve İmam Bakır (a.s)’dan naklolan bir rivayete göre 95 gün yaşamıştır. Ama hicretin 11. yılında vefat etmiş olduğunda şüphe yoktur.
    Hz. Fatıma’nın kaç yaşındayken vefat ettiğinde de ihtilaf vardır. Bu hususta 18, 28, 30 ve 35 yaşları olmak üzere beş görüş vardır.
    Kabrinin nerede olduğuna gelince o da ihtilaflıdır. Bazıları, Resulullah'ın (s.a.a) ravza-i mutahharasında metfun olduğunu söylemişlerdir. Meclisi, İbn-i Babeveyh’den şöyle nakletmiştir: “Bana göre sahih olan, Fatıma'nın (a.s) kendi evinde defnedildiğidir. Binaen aleyh Beni Ümeyye, Mescid-i Nebevi’yi genişletince Fatıma'nın (a.s) kabri mescidin içerisinde kalmıştır.” Keşf’ul-Ğumme’nin müellifi de şöyle yazıyor: “Fatıma'nın (a.s) Bakî’de defnedildiği meşhurdur” İbn-i Cevzi ise şöyle yazıyor: “Bazılarına göre Hz. Fatıma (a.s) Akil’in evinin yanında defnedilmiştir.” Bunun üzerine, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular: 'Fatıma'cığım, hizmetçiden daha hayırlı olan bir şeyi sana öğreteyim mi? Her gün otuz üç defa 'subhanallah', otuz üç defa 'el-hamdu lillah' ve otuz dört defa da 'Allahu ekber'[8] zikrini söyle; bu zikir yüz defadan fazla değildir; fakat bunun amel defterinde bin sevabı vardır. Fatıma'cığım, eğer bunu her gün sabahleyin söylersen, Allah dünya ve ahiret işlerinde sana kifayet eder' Bu arada Fatıma (a.s), babasının cevabında üç defa: “Allah ve Resulünden razı oldum”diyerek rizayetini izhar etti.
    Evet, Hz. Fatıma (a.s), Peygamber (s.a.a) gibi yüce bir şahsiyetin kızı ve Arap kahramanlarının burnunu yere süren Hz. Ali gibi bir kahramanın eşi olmasına rağmen, evde bir hizmetçi gibi çalışmaktan arlanmıyordu. O da pekala lüks bir hayat sürdürebilirdi. Ama Ehl-i Beyt ailesinden bunu beklemek yanlıştır. Çünkü onlar Allah’ın rızasını hiçbir şeyle değişmezlerdi, onlar çalışmayı ibadet bilirlerdi.
    Başa dön

    12 İmamlar:


    Başa dön

    1. İmam Ali

    Hz.AliHz. Emir-ül Mü'minin Ali (a.s),
    Beni Haşim kabilesinin büyüğü, Hz. Peygamber-i Ekrem’in amcası Ebu Talib'in oğludur. Ebu Talib, Peygamber efendimizi çocukluk döneminden itibaren kendi evinde büyütüp himayesi altına almış, Hazret’in peygamberliğe seçilmesinden sonra da hayatta bulunduğu sürece o ilahi nuru, kafirlere, özellikle de Kureyş kafirlerine karşı korumuş, bu uğurda hiçbir fedakarlıktan geri durmamıştır.
    Hz. Ali, (meşhur rivayete göre) bi'setten on yıl önce dünyaya gelmiştir. Altı yaşında iken de Peygamber'in isteği üzerine, Mekke ve yöresinde meydana gelen kuraklık nedeniyle maddi sıkıntıya giren babasının yanından ayrılarak, Peygamber'in evinde yaşamaya başlamış, böylece bizzat o Hazret’in eğitimi altına girmiştir.Bu arada Peygamber-i Ekrem, gelenek haline getirdiği Hire dağındaki yıllık ibadeti esnasında ilk vahiy inerek peygamberliğe seçildikten sonra eve dönüp olayı anlattığında, o Hazret’e ilk iman getiren kişi Hz. Ali (a.s) olmuştur. Yine İnzar ayeti ismiyle meşhur olan “En yakın aşiretini uyar” [3] ayet-i kerimesi nazil olarak Peygamber-i Ekrem yakın akrabalarını uyarmakla görevlendirildiğinde, Hz. Resul akrablarını toplayarak onlara: "Sizlerden kim, benim bu görevimde bana yardım etmeye hazırdır ki, benim kardeşim, vasim ve aranızda halifem olsun?" buyurduğunda, onların arasından yalnızca Hz. Ali (a.s) ayağa kalkarak imanını ibraz etmiş, buna müteakip Peygamber-i Ekrem de mübarek elini Hz. Ali’nin omuzuna koyarak: “Bu benim kardeşim, vasim ve sizin aranızdaki halifemdir; onu dinleyin, ona itaat edin” buyurarak o Hazret’in iman etmesini kabul etmiş ve İslam dininin ilk başından itibaren kendinden sonra Hz. Ali’nin geldiğini vurgulamıştır. Böylece Ali (a.s) Müslümanlar arasında ilk iman getiren ve hayatı boyunca Allah'tan başkasına tapmayan ilk şahsiyet olmakla birlikte, Hz. Resulullah (s.a.a)’dan sonra İslam dininin ikinci şahsiyeti oluvermiştir.Ali (a.s), Peygamber-i Ekrem’in hicretine kadar devamlı onunla birlikte olmuş, düşmanlarına karşı onu savunmuş, kafirlerin Allah Resulü’nü katletme kararı aldıkları hicret gecesi de Ali (a.s), canını feda etmek pahasına, Peygamber efendimizin yatağında yatmış ve Resul-ü Ekrem bu sayede gizlice evden ayrılarak emniyet içerisinde Medine'ye doğru yola koyulabilmiştir.[5] Hz. Rusulullah’ın emniyete kavuşmasından sonra da o Hazret’in vasiyeti üzerine, Peygamber-i Ekrem’in nezdinde emanet olan halkın emanetlerini sahiplerine iade ederek annesini, Resul-ü Ekrem’in sevgili kızı Fatimei Zehra’yı başka iki kadınla birlikte alıp Medine'ye doğru hareket etmiştir.Medine'de devamlı Resulullah’la birlikteydi. Peygamber-i Ekrem hiçbir zaman gizlide ve açıkta onu kendisinden ayırmadı. Biricik sevgili kızı Hz. Fatıma'yı zevce olarak ona münasip gördü. Müslümanlar arasında kardeşlik akdi okuttuğunda, Ali'yi (a.s) kendisine kardeşliğe layık gördü.Ali (a.s) Peygamberin katıldığı tüm savaşlarda hazır bulundu. Bir tek Tebuk savaşına katılmadı. O da Peygamberin emri ile Medine'de Peygamberin yerinde kaldığı içindi. İşte o zaman, yine Hz. Ali’nin seçkin makamını ümmetine bildirmek gayesiyle Hz. Ali’ye hitaben: “Sen bana oranla Harun’un Musa’ya oranla sahip olduğu mevkie sahipsin; ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir” buyurdu.“[8] Böylece peygamberlik dışında sahip olduğu makamlarının tamamın Hz. Ali (a.s)’da da bulunduğunu açıkca gözler önüne sergiledi. Hz. Ali hiç bir savaşta geri adım atmadı; hiçbir an düşmandan kaçmadı; hiçbir şart altında Peygamberin emrinden çıkmadı. İşte bu nedenledir ki, Peygamber-i Ekrem’in: "Hiç bir zaman Ali haktan ve hak da Ali'den ayrılmaz" övgüsüne mazhar oldu.Ali (a.s) Peygamber'in vefatında otuz üç yaşındaydı. Tüm dini faziletlere sahip olup, sahabe içerisinde her açıdan en seçkin mevkide olmasına ve Hz. Resulullah (s.a.a)’ın ümmete açıkça: “Ben kimin mevlası (efendisi) isem Ali de onun mevlasıdır” [10] ve “Ali benden sonra her mü’min erkeğin ve mü’me kadının velisidir” [11] buyurmasına rağmen o Hazret’in genç olması ve Peygamber'in savaşlarında kafirlerden bir çoğunu öldürüp, onlardan düşman kazanması bahane edilerek hilafetten kenara itildi. Böylece o Hazret’in eli tüm genel olaylardan kesildiğinde evinin bir köşesine çekilerek özel kişileri eğitmeye başladı. Peygamber'in vefatından sonra 25 yıl üç halifenin hilafet zamanı geçti. Üçüncü halife Osman öldürüldüğünde halk Hz. Ali'ye (a.s) biat ederek onu hilafete seçti.Hz. Ali (a.s) dört yıl dokuz ay süren hilafeti müddetinde Peygamber'in siretine uyup, hilafet'e inkılap ve kıyam ruhu verdi. Toplumda çeşitli ıslahlara baş vurdu. Elbette bu ıslahlar, bir kısım çıkar peşinde koşanların zararına olduğu için sahabeden bazıları, Ümm-ül Mü'minin "Ayşe" "Talha" "Zübeyr" ve "Muaviye" liderliğinde üçüncü halifenin kanını bahane ederek halifeye karşı çıkıp, çeşitli çirkin olaylara sebebiyet verdiler. O hazret bu fitneleri yatıştırmak için Basra yakınlarında Ayşe, Talha ve Zübeyr ile savaştı ve bu savaş, Cemel savaşı adında maruf oldu. Irak ve Şam sınırlarında Muaviye ile savaştı; bu savaş Sıffın savaşı adını aldı ve bir buçuk yıl devam etti. Nehrevan adıyla maruf olan muharebesinde de Hariciler ile savaştı.
    Böylelikle o hazretin hilafet müddetice gösterdiği çabaların bir çoğu iç kargaşaları gidermek yolunda geçti. Çok geçmeden Hicretin 40. yılı Ramazan ayının 19. günü Kufe mescidinde, sabah namazında, Hariciler tarafından yaralanıp iki gün sonra şehit oldu.Hz. Emir-ül Mü'minin (a.s) tarihin tanıklığına, dost ve düşmanın itiraflarına göre insani değerlerde hiçbir eksikliği olmayıp İslami faziletlerde Peygamberin terbiyesine tam bir örnek idi. Onun şahsiyeti hakkında yapılan bahisler, Şia ve Ehl-i Sünnet ve bu konuda bilgi sahibi olanlar tarafından yazılan kitaplar hiç kimse hakkında olmamış ve yazılmamıştır.
    Ali (a.s) ilim ve bilgi açısından Peygamberin ashabı arasında en üstünüdür. İlmi açıklamalarıyla özgür kanıtlama ve burhan tarzını ortaya koyduğu gibi, ilahi öğretilerde ve felsefi bahislerde de bulundu. Kur'an'ın lafzını korumak için Arapça dilbilgisi kurallarını icat ettiği gibi Kur'an'ın batınında da konuştu. Hitabet etmekte en becerikli, Araplar içinde (birinci bölümde geçti) şecaatte dillere destan idi. Peygamberin zamanında ve ondan sonra yaptığı savaşlarda hiçbir zaman paniğe kapılmadı. Defalarca çeşitli olaylar örneğin Uhud, Huneyn, Hayber ve Hendek gibi savaşlarda Peygamberin ashabı ve ordusu paniğe kapılıp titrediler, bazıları da firar ettiler. Fakat Ali (a.s) bunların hiç birinde düşmana sırt çevirmedi. Savaşta ün kazanan yiğitlerle savaştığında hiçbiri kurtulamadı. Bu güce sahip olduğu halde güçsüzlerle savaşmadı. Firar edeni takip etmedi, gece saldırı yapmazdı ve suyu düşmana kesmezdi.Hayber savaşında hücum edip kalenin kapısını yerinden söküp bir kenara atması tartışılmaz tarihi bir realitedir .Yine Mekke'nin fethinde Peygamber-i Ekrem (s.a.a) putların kırılmasına emir verdiğinde Ali (a.s), Peygamberin isteğiyle, o hazretin omuzlarına ayaklarını koyarak Kabe'nin üzerine çıkıp, oraya dikilen taştan yontulmuş koskocaman Hübel denilen putu yıktı.Ali (a.s) takva ve abitlikte de tek idi. Onun sertliğinden şikayet edenlerin cevabında, Peygamber; "Onu kınamayın. Çünkü o Allah'a aşıktır." buyurdu.Sahabeden olan Ebu Derda, o hazretin kupkuru cesedini Medine hurmalıklarının birinde görünce haber vermek için onun evine gelip Hz. Fatıma'ya "Kocandan taraf başın sağ olsun" dedi. Peygamberimizin kızı "Amcam oğlu ölmemiş, ibadet ederken ilahi korkudan bayılmıştır. Onun bu hali çokça görülmektedir" buyurdu.Ali'nin (a.s) fakirlere yardım etmesi, emri altında olanlara muhabbet etmesi, çaresizlerin imdadına koşması, cömertliği ve affı hakkında bir çok kıssalar vardır. Eline geleni Allah yolunda fakir ve miskinlere verip kendisi çok zor koşullarda yaşıyordu. Çiftçiliği, fidan dikmeyi, su kuyuları kazmayı ve bayır yerleri yeşillendirmeyi severdi. Fakat bu yolda elde ettiği şeyleri fakirlere vakfederdi. O Hazretin vakıfları "Ali (a.s) sadakaları" adında meşhurdur. Hilafetin sonlarında bunların epeyce (yirmi dört bin dinar) geliri vardı

    Başa dön

    2. İmam Hasan

    İmam Hasan (a.s)
    Hz. İmam Hasan Mücteba (ve kardeşi İmam Hüseyin), Hz. Emir-ül Mü'minin'in oğlu olup, Peygamberin kızı Hz. Fatıma'dan (a.s) dünyaya geldiler. Peygamber defalarca "Hasan ve Hüseyin benim oğullarımdır." buyurmuştur. Bu buyruğa göre, Ali (a.s) diğer çocuklarına "Siz benim oğullarımsınız. Hasan ve Hüseyin de Peygamberin oğullarıdır." demiştir.
    Hz. İmam Hasan (a.s) hicretin üçüncü yılında Medine'de dünyaya geldi. Yedi yıl kadar değerli büyük babası Peygamberin yanında onun muhabbetli kucağında geçirdi. Önce Peygamberi ve ondan üç ay ya da altı ay sonra vefat eden annesini kaybedince, babasının terbiyesi altında büyüdü.
    Babası Hz. Ali (a.s) şehit olunca, onun vasiyeti ve Allah'ın emriyle imamet makamına ulaşıp zahiri hilafeti de üstlendi, altı ay kadar Müslümanların işlerini idare etti. Bu müddette Ali (a.s) ve evladına aşırı düşmanlık güden ve yıllarca hilafet için savaşan Muaviye, (ilk olarak Osman'ın kanı için daha sonra apaçık bir şekilde halife olmak için savaştı) İmam Hasan'ın hilafet merkezine karşı ordu düzenleyip savaş açtı. Aynı zamanda İmam Hasan'ın (a.s) ordu komutanlarını yüklü paralarla satın alıp, O Hazretin aleyhine kışkırttı.
    Bilahare İmam Hasan (a.s) barışı mecburen kabul edip zahiri halifeti bazı şartlar altında (Muaviye hilafeti kendisinden sonra kimseye bırakmak hakkı olmayıp, hilafetin tekrar İmamın kendisine verilme ve Şialara taarruz edilmeme şartıyla) Muaviye'ye bıraktı.
    Böylece Muaviye hilafeti ele geçirdi. Daha sonra Irak'a gelip umumi bir konuşmasında barış şartlarını çiğnedi. Bütün yollara başvurarak Ehl-i Beyt'i ve Şiileri çok zor durumlara maruz bıraktı.
    İmam Hasan (a.s) on yıl süren imamet müddetini çeşitli baskılar altında geçirdi. Hatta evinde bile can güvenliği yoktu ve bilahare hicretin ellinci yılında Muaviye'nin hilelerine uyan karısı vesilesiyle zehirlenerek şehit edildi.
    İmam Hasan insani değerlerde babasının hatırası ve ceddi Peygamberin aynasıydı. Peygamber hayattayken Hasan ve kardeşi Hüseyin, devamlı Peygamberin yanındaydılar ve bazen de Peygamber onları omuzlarına çıkarırdı.
    Şia ve Sünni, Peygamber'den (s.a.a) İmam Hasan ve Hüseyin (a.s) hakkında şöyle rivayet ederler: "Bu ikisi benim oğullarımdırlar ister otursunlar, ister kıyam etsinler." (Zahiri hilafeti üstlenip üstlenmemekle ilgili kinayeli bir açıklamadır.) Hz. Peygamber ve Hz. Ali'den o hazretin imameti hakkında bir çok rivayet nakledilmiştir

    Başa dön

    3.İmam Hüseyin

    İmam Hüseyin (a.s)
    İmam Hüseyin (Seyyid-üş Şüheda), Ali (a.s) ve Peygamber-i Ekrem'in kızı Hz. Fatıma'nın (a.s) ikinci oğludur. Hicretin dördüncü yılında dünyaya geldi. Büyük kardeşi İmam Hasan Mücteba (a.s) şehit olduktan sonra Allah'ın emri ve kardeşinin vasiyeti üzerine imamet makamına ulaştı.İmam Hüseyin (a.s) on yıl imamet etti. Yaklaşık altı ay dışında bu müddetin tümü Muaviye'nin hilafeti zamanında en zor koşullar, acı durumlar ve en ağır baskılar altında geçti. Çünkü birinci olarak dini yasalar toplumda değerini kaybetmiş, hükümetin istekleri, Allah ve Resulünun isteklerinin yerini almıştı. İkinci olarak da Muaviye ve dostları bütün mümkün yollara baş vurarak Ehl-i Beyt'i ve Şiileri ezip, Ali'nin (a.s) ismini yok etmek istiyorlardı. Ayrıca Muaviye, oğlu Yezid'in hilafet temellerini atıp pekiştiriyordu. Halkın bir kısmı Yezid'in hiç bir şeye bağlı olmadığından onun hilafetine razı değillerdi. Muaviye de muhalefetlerin çoğalmasını önlemek için daha fazla baskılara başvuruyordu.
    İmam Hüseyin (a.s) ister istemez bu karanlık günleri geçiriyor ve Muaviye tarafından yapılan her çeşit ruhsal işkence ve baskılara katlanıyordu. Hicretin altmışıncı yılında Muaviye öldü ve oğlu Yezid babasının yerinde oturdu.
    Biat meclisi, Arapların içerisinde saltanat, imaret ve sair önemli konularda bir genelekti. Toplum özellikle tanınmış kişiler bu konularda sultana yahut emire biat eli veriyorlardı. Biatin ardından itaatsizlik etmek o kavme ar ve zillet sayılırdı. Aynı zamanda imzaladığı şeyden kaçmak kesin suç olarak bilinirdi. Hz. Peygamberin siresinde de bu, baskı olmadan yapılırsa geçerli kılınmıştır.
    Muaviye hayattayken tanınmış kişilerden Yezid'e biat almıştı. Fakat İmam Hüseyin'e (a.s) dokunmayıp, biat teklifinde bulunmamıştı. Özellikle oğlu Yezid'e vasiyet etti ki "Hüseyin b. Ali biat etmezse fazla ısrar etme ve öylece bırak kalsın." Çünkü Muaviye meselenin önünü ve arkasını iyice algılayabilmişti.Ancak Yezid, gururu ve çekinmemezliği sonucu babası ölünce onun vasiyetini unutup, Medine valisine emir verdi ki, İmam Hüseyin'den benim hilafetime biat etmesini iste, etmezse başını Şam'a gönder.Medine valisi Yezid'in isteğini İmam Hüseyin'e (a.s) duyurunca İmam ondan bu konuda düşünmesi için vakit aldı ve geceleyin ailesini de alarak Mekke'ye hareket edip İslam'da resmen emniyetli ve güvenceli yer olarak ilan edilen Allah'ın Haremi'ne (Mekke'ye) sığındı.
    Bu olay, hicretin altmışıncı yılında Recep ayının sonları ve Şaban ayının evvellerinde vuku buldu. İmam Hüseyin (a.s) yaklaşık dört ay Mekke'ye sığınarak yaşadı. Bu haber yavaş yavaş İslam ülkelerine yayıldı. Bir taraftan Muaviye devrindeki haksızlıklara razı olmayıp Yezid'in hilafetine karşı çıkanlar İmam Hüseyin'in (a.s) yanına gelip yardım edeceklerine dair söz veriyorlardı. Bir taraftan da Irak'tan özellikle Kufe şehrinden aralıksız mektup gönderip İmam Hüseyin'in (a.s) Irak'a gelip Müslümanlara önderlik ederek zulüm ve adaletsizliği yok etmesini ısrarla istiyorlardı. Elbette bu durum Yezid için çok tehlikeli idi.
    İmam Hüseyin (a.s) hac mevsimine kadar Mekke'de ikamet etti. Müslümanlar İslam ülkelerinden grup grup hac amellerini yapmak için Mekke'ye akın yaptılar. Bu arada İmam Yezid'in onu öldürtmek amacıyla hacı kılığında bir grup memur gönderdiği haberini aldı. Bunlar amel sırasında ihram altına gizledikleri silahlarla İmam Hüseyin'i şehit edeceklerdi.
    İmam Hüseyin (a.s) hac amellerini yarıda keserek bir toplantıda kısa bir konuşma yaptı ve Irak'a hareket edeceğini bildirdi. Ve bu konuşmada şehit olacağını da hatırlattı. Müslümanlardan onun yardımına koşmalarını ve bu hedef yolunda kanlarını vermelerini istedi. Ertesi gün de Ehl-i Beyt'i ve dostlarını alarak Irak'a doğru hareket etti.
    İmam Hüseyin (a.s) biat etmemeğe kesin kararlıydı. Bu yolda şehit olacağını da iyi biliyordu. Umumi fesad, fikri inhitat ve toplumun özellikle Iraklıların iradesizliğiyle pekiştirilen Ümeyye oğullarının büyük ve korkunç savaş gücünün onu yok edeceğini biliyordu.
    Tanınmış kişilerden bir grup, İmamın yanına gelip bu hareket ve kıyamın tehlikesini hatırlattılar. Fakat o hazret cevaplarında şöyle buyurdu: "Ben biat etmeyeceğim. Zulüm ve fesat hükümetine boyun eğmeyeceğim. Nereye gitsem, nerede olsam da beni öldüreceklerini biliyorum. Mekke'den ayrılmamın nedeni ise, benim kanımın dökülmesiyle Kabe'nin hürmetinin kırılmamasıdır."
    İmam Hüseyin (a.s) Kufe yoluna koyuldu. Daha Kufe'ye birkaç günlük yol varken Kufe'de Yezid'in valisi tarafından, kendi elçisinin ve tanınmış gerçek dostlarından birinin şehit olup valinin emri ile ayaklarına ip bağlanıp Kufe sokaklarında gezdirildiğini duydu. Kufe ve yöresinin sıkı gözaltına alındığını ve İmam'la savaşacak mücehhez bir ordunun hazırlandığını duyunca ölümden başka bir yol kalmadığını anladı. İşte burada şehit olmak için kesin karar aldığını açıkça belirtti. Kufe'nin yaklaşık olarak yetmiş kilometre yakınlarında Kerbela ismindeki bir çölde Yezid'in ordusu onları ablukaya aldı. Sekiz gün burada kaldılar. Bu arada günden güne abluka çemberi daralıyor ve sürekli düşmanın sayısı çoğalıyordu. Bilahare İmam (a.s) çok az ashabıyla birlikte otuz bin kişiden oluşan ordunun muhasarasında kaldı. Ve Kufe'ye doğru hareketini devam ettirdi
    Bu bir kaç gün içinde İmam Hüseyin (a.s), ordusunun yerlerini ayarlayıp dostlarını tasfiye etmeye karar aldı. Ashabına seslendi. Kısa bir konuşmada şöyle buyurdu: "Bizim ölüm ve şahadetten başka bir yolumuz yoktur. Ben biatımı sizden kaldırdım. Gitmek isteyen, gecenin karanlığından faydalanıp kendisini bu tehlikeli meydandan kurtarsın. Çünkü onlar bir tek beni öldürmek istiyorlar."
    Daha sonra ışıkların söndürülmesine emir verdi. Maddi maksatlar için İmam Hüseyin'e (a.s) koşulanlar sahneyi terkedip dağıldılar. Fakat hak aşıklarından çok azı (40 kişiye yakın yaranı) ve Beni Haşim'den olan akrabaları kaldılar.
    İmam Hüseyin (a.s) yine kalanları toplayıp konuştu ve şöyle buyurdu: "Sizden her kim isterse gecenin karanlığından faydalansın ve kendisini tehlikeden kurtarsın. Onlar bir tek beni istiyorlar." Fakat bu defa İmamın vefalı dostları bir bir kalkıp, çeşitli beyanlarla cevap verdiler ki, biz hiçbir zaman senin önder olduğun hak yolundan dönmeyeceğiz. Senin temiz eteğinden kopmayacağız. Ve elimiz kılıç tutana, kan damarımızdan akana dek savaşıp, senin hürmetini koruyacağız.
    Muharrem ayının dokuzuncu gününün sonlarında son teklif (ya biat ya savaş) düşman tarafından İmama ulaştı. Hazret o geceyi ibadet için vakit alıp yarınki savaşa hazırlandı.
    Hicretin 61. yılı Muharrem ayının 10. günü İmam, bir avuç dostlarıyla (toplamı doksan kişiden azdı. Kırk kişi önceden yanında olanlar ve otuzdan biraz fazlası savaş günü ve gecesi düşman ordusundan dönenler, diğerleri de İmamın Haşimi akrabaları. Örneğin oğulları, kardeşleri, kardeşi ve bacısı oğulları ve amcası oğullarıydı) sayısız düşman ordusu karşısında saf çektiler ve savaş başladı.
    O gün sabahtan akşama kadar savaştılar. İmam Hüseyin (a.s), Haşimi gençleri ve sair dostları son kişiye kadar şehit oldular. (Şehitlerin içinde İmam Hasan'ın (a.s) iki küçük oğlu, İmam Hüseyin'in bir küçük oğlu ve daha kundakta olan bir yavrusunu da saymalıyız.)
    Savaş bittikten sonra düşman ordusu, İmam'ın (a.s) haremini yağma ettiler ve çadırları ateşe vererek şehitlerin başını kesip elbiselerini çıkardılar. Cesetleri defnetmeden Ehl-i Beyt esirlerini teşkil eden sığınaksız kızları ve kadınları, şehitlerin başlarıyla birlikte Kufe'ye doğru hareket ettirdiler. (Esirlerin içinde erkek olarak İmam Hüseyin'in (a.s) yirmi iki yaşındaki oğlu dördüncü İmam Zeynelabidin (a.s) ağır hasta olarak, bir de onun oğlu beşinci İmam Muhammed b. Ali ve İmam Hasan'ın (a.s) oğlu Hasan-ül Müsenna da bulunuyorlardı. Hasan-ül Müsenna savaşta ağır yaralı olarak şehitlerin içinde kalmıştı. Fakat son anlarda diri olarak bulundu. Düşman komutanlarının birinin arabuluculuğuyla başı kesilmedi ve esirlerle birlikte Kufe'ye götürdüler.) Kufe'den de Dimeşk'e, Yezid'in yanına götürüldüler.
    Kerbela vakıası, kadınların esir alınıp şehirlerde gezdirilmesi, (esirler içinde bulunan) Hz. Ali'nin (a.s) kızı (Zeynep) ve dördüncü İmamın Kufe ve Şam'daki toplantı yerlerinde konuşmaları Ümeyye oğullarını rezil etti ve Muaviye'nin yıllarca yaptığı tebligatı etkisiz bıraktı. Hatta Yezid, Kerbela'da memurları eliyle yapılan bu işlerden kendisini temizlemeye çalıştı. Kerbela vakıası, etkisi geç olmakla beraber Ümeyye oğullarını saltanattan düşürmekle birlikte Şia'nın kökleşmesinde büyük bir amildi. Gösterdiği en yakın etki çeşitli kıyamlar ve bunun yanı sıra da on iki yıl süren kanlı savaşlardır. Öyle ki, İmam Hüseyin'in (a.s) katillerinden hiçbiri intikam pençesinden kurtulamadı.
    Tarihin İmam Hüseyin (a.s) ve Yezid'le ilgili bölümü okuyup o zamanın hakim sistemi üzerinde araştırma yapan kimse bilir ki İmamın bir yolu seçmekten başka bir seçeneği yoktu. O da şehit olmaktı. İslam dininin apaçık bir şekilde ezilmesine neden olan biat, hiçbir koşulda İmam Hüseyin için mümkün değildi.
    Çünkü Yezid, İslam dinine ve kanunlarına saygı göstermemekle yetinmeyip, İslam'ı ezmeğe korkusuzca tezahür eden bir kişiydi.
    Fakat geçmişleri (babası), dinin kanunlarına din adına muhalefet ediyor ve zahirde dine saygı gösteriyorlardı. Hatta halkın inandığı Peygamber (s.a.a) ve sair dini şahsiyetlere yardım edip, onların yanında bulunmalarıyla iftihar ediyorlardı.
    İşte buralardan, bazı tarihçilerin İmam Hasan ve İmam Hüseyin hakkında ortaya sürdükleri görüşlerin yanlış olduğu aydınlığa kavuşmuş oldu. Bazıları diyorlar ki İmam Hasan ve İmam Hüseyin iki değişik tabiata sahiptiler. İmam Hasan sulhsever idi. Kırk bin askeri olmasına rağmen barışı kabul etti. Fakat İmam Hüseyin savaşı tercih etti. Nasıl ki kırk kişi olmasına rağmen Yezid'le savaşa kalktı.
    Çünkü görüyoruz ki Yezid'e biat etmeği kabul etmeyen İmam Hüseyin (a.s) on yıl kardeşi gibi Muaviye'nin hükümeti döneminde yaşadı (Kardeşi de on yıl yaşamıştı) Ama hiçbir zaman muhalefet etmedi. Gerçekten de İmam Hasan ve İmam Hüseyin Muaviye ile savaşsalar da öldürüleceklerdi ve bunların ölümü İslam'a hiçbir faydası olmayacaktı. Kendisini doğru yolda gösteren, sahabe, vahiy yazarı ve müminlerin dayısı tanıtan ve her hileye başvuran Muaviye'nin siyaseti karşısında etki etmezdi.
    Kaldı ki elindeki imkanları kullanıp onları kendi dostları vasıtasıyla öldürtüp kendisi yas tutabilir ve kanlarını almak isterdi. Nitekim üçüncü halifeye de aynı muameleyi yapmıştı.
    Başa dön

    4. İmam Zeynelabidin

    İmam Zeynelabidin (a.s)
    İmam Seccad ve Zeynelabidin lakaplarıyla tanınan Ali, İmam Hüseyin'in oğludur. Annesi de İran şahı Yezdgird'in kızıdır. İmam Hüseyin'in (a.s) dünyada kalan bir tek oğludur. Çünkü üç kardeşi Kerbela vakıasında şehit olmuştu.Bu da, ağır hastalığı nedeniyle savaşa kadir olmadığı için Kerbela'da bulunmasına rağmen canlı kaldı ve harem esirleriyle birlikte Şam'a gönderildi.
    Esaret zamanı bittikten sonra Yezid kamuoyunu kendi lehine çevirmek için onu ihtiramla Medine'ye gönderdi. İkinci defa Emevi halifesi Abdulmelik'in emriyle yakalanıp zincirle Şam'a getirildi. Daha sonra yine Medine'ye gönderildi.
    Dördüncü İmam Medine'ye döndükten sonra evinin köşesine çekilip ibadetle meşgul oldu. Ebu Hamza-i Sümali ve Ebu Halid-i Kabuli gibi Şia'nın özel kişilerinden başka bir kimseyle görüşmezdi. Bunlar da o hazretten öğrendikleri eğitileri diğer Şiilere aktarıyorlardı. Böylelikle Şiilik çok genişledi, etkisi de beşinci imamın zamanında ortaya çıktı.
    Bu imamın eserlerinden olan "Sahife-i Seccadiye" elli yedi dua içermektedir. Bu dualar en üstün ve dakik ilahi öğretileri içermiştir. Hatta "Al-i Muhammed'in Zeburu" adını almıştır.
    İmam Seccad 37 yıl imamet ettikten sonra Şia rivayetlerine göre Emevi halifesi Hişam'ın emriyle ve Velid b. Abd-ül Melik'in vasıtasıyla zehirlenip Hicret'in 95. yılında şehit edildi.

    Başa dön

    5. İmam Muhammed Bakir


    İmam Muhammed bakir. Ali (a.s),

    lakabı Bakır'dır. Bakır, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) tarafından kendisine verilen lakaptı ve ilimleri yarıp açan anlamına gelir.O hazret dördüncü imamın oğludur. Hicretin 57. yılında dünyaya gelmiştir. Kerbela vakıasında bulunduğunda dört yaşındaydı. Babasından sonra Allah'ın emri ve geçen imamların vasiyeti üzerine imamet makamına ulaştı. 104. ya da 107. yılında (Şia rivayetlerine göre Emevi halifesi Hişam'ın kardeşi oğlu İbrahim b. Velid b. Abdulmelik'in vasıtasıyla zehirletilerek) şehit edildi.
    Beşinci imamın devrinde bir yandan Ümeyye oğullarının zulümleri, İslam topraklarının her bir köşesinde çeşitli kıyamlara ve savaşlara neden olmuştu. Diğer taraftan da Ümeyye oğullarının kendi arasında çeşitli anlaşmazlıklar meydana geldi ve bunlar hükümeti kendisine meşgul etmiş ve Ehl-i Beyt'e taarruz etmekten biraz da olsa alıkoymuştu.Kerbela vakıasının meydana gelişi ve Ehl-i Beyt'in mazlumiyeti -ki o dönemde Ehl-i Beyt'i temsil eden dördüncü imamdı- insanlara Ehl-i Beyt'i sevdirmiş ve onlara aşık kılmıştı. Bu etkenler el ele vermiş, milleti özellikle Şia toplumunu sel gibi Medine'ye ve beşinci imamın huzurlarına akıtmıştı. Böylece beşinci imam için geçen imamların hiç birinin zamanında meydana gelmeyen İslami gerçekleri ve Ehl-i Beyt'in öğretilerini yayma imkanı ve ortamı oluştu. Beşinci imamdan nakledilen sayısız hadisler, rical kitaplarında ve fihristlerinde yazılı çeşitli İslami konular dalında o hazretin mektebinde eğitilen ve yetişen sayısız Şii bilginleri ve alimleri sözümüzün açık tanığıdır

    Başa dön

    6. İmam Cafer-i Sadık

    İmam Cafer Sadık (a.s)
    Sadık lakabıyla meşhur olan İmam Cafer b. Muhammed (a.s), beşinci imamın oğludur. Hicretin 83. yılında dünyaya geldi ve (Şia rivayetlerine göre) 148. yılında Abbasi halifesi Mansur'un emriyle zehirletilerek şehit edildi.
    Altıncı imamın imameti devrinde, İslam ülkelerinde çeşitli kıyamlar özellikle Ümeyye oğullarının hükümetini yıkma amacıyla düzenlenen kıyamlar, Ümeyye oğullarını hilafetten düşürüp, soylarını kesmekle sonuçlanan kanlı savaşlar ve beşinci imamın yirmi yıl İslam ve Ehl-i Beyt öğretilerini yayması sonucunda meydana gelen ortam, altıncı imama İslami bilgileri yaymak için daha münasip bir zemin hazırladı.
    Altıncı İmam, Ümeyye oğulları hilafetinin son zamanlarına ve Abbas oğulları hilafetinin ilk zamanlarına rastlayan imameti devrinde hazırlanan fırsatları elden kaçırmayıp dini öğretileri geniş alanda yaymaya başladı. Çeşitli akli ve nakli fenlerde bir çok ilmi şahsiyetler eğitti. Bunların başlıcaları şunlardır: Zürare, Muhammed b. Müslim, Mümin-i Tak, Hişam b. Hakem, Eban b. Teğlib, Hişam b. Salim, Hüreyz, Hişam-i Kelbi Nessabe, Cabir b. Hayyan-i Sufi (kimya alimi) hatta Ehl-i Sünnet alimlerinden olan Süfyan-ı Sevri, Hanefi mezhebinin reisi Ebu Hanife, Kadı Sekuni, Gazi Ebu'l Bahteri gibiler onun öğrenciliğini yapmakla övünüyorlardı. (Hazretin eğitim merkezinden dört bin mühaddis ve bilginin mezun olduğu meşhurdur.)[
    Beşinci ve altıncı imamdan rivayet edilen hadislerin sayısı Peygamber-i Ekrem'den (s.a.a) ve diğer on imamdan aktarılan hadislerden daha çoktur.
    Ancak İmam Sadık (a.s) imametinin son yıllarında Abbasi halifesi Mansur'un baskılarına maruz kalarak zor günler geçirdi. Ümeyye oğulları tarafından Şii seyitlere yapılmayan zulümler Abbasiler eliyle yapıldı. Onun emriyle Şiiler grup grup yakalanıp, karanlık hapislerde işkencelerle hayatlarına son verildi. Bir kısmının başını kesip bir kısmını diri diri toprağa gömdürdü. Bazılarını binaların temeline yahut duvarların arasında bırakarak saraylar yaptırdı.
    Mansur, altıncı imamın Medine'de yakalanmasını emretti. (Daha önce Abbasi halifesi Seffah'ın emriyle de yakalanıp Irak'a götürülmüştü. Ondan daha önce beşinci imamla birlikte Dimeşk'e götürülmüştü).
    Bir süre imamı göz altında sakladılar. Defalarca onu öldürmek istediler ve ihanetler ettiler. Bilahare Medine'ye dönüş iznini verdiler. İmam Medine'ye döndü. Denilebilir ki geri kalan ömrünü takiyye ve inzivada geçirdi. Sonunda Mansur'un emriyle zehirlenip şehit edildi.[Mansur, imamın şahadet haberini alınca Medine'deki valisine mektup yazıp "Başsağlığı dilemek amacıyla İmamın evine git, vasiyetnamesini oku, vasi olarak tanıttığı kimsenin mecliste başını vur" emrini verdi. Elbette Mansur bu oyunla imamet meselesine son vermeği ve Şia adını kökten silmeği amaçlıyordu. Fakat Medine valisi vasiyeti okuyunca Halifenin planının tam tersine beş kişinin vasi tayin edildiğini gördü. Bunlar, Halifenin kendisi, Medine valisi, büyük oğlu Abdullah Efteh, küçük oğlu Musa ve Hamide idiler. Böylece Halifenin planı suya düşmüş oldu

    Başa dön

    7. İmam Musa Kazım

    İmam Musa Kazım (a.s)
    Kazım lakabıyla tanınan İmam Musa b. Cafer (a.s), altıncı imamın oğludur. Hicretin 128. yılında doğdu ve 183. yılında hapiste zehirlenerek şehit edildi. Hazret, babasının şahadetinden sonra Allah'ın emri ve geçmiş imamların vasiyeti üzerine imamet makamına ulaştı.Abbasi halifelerinden, Mansur, Hadi, Mehdi ve Harun'un zamanlarında yaşadı. Bu karanlık ve yaşanması zor devirde İmam takiyye ederek yaşıyordu. Harun, hacca giderken Medine'ye uğradığında, onun emriyle İmamı Mescid-ün Nebi'de namaz kıldığı halde yakaladılar. Elini ve ayağını zincirle bağlayarak hapsettiler. Medine'den Basra'ya, Basra'dan Bağdat'a götürdüler ve yıllarca hapisten hapise aktarıldı. Bilahare Bağdat'ta "Sindi b. Şahik" hapishanesinde zehirle şehit edildi ve Kazimiyye denilen Kureyş mezarlığında defin edildi.

    Başa dön

    8. İmam Ali Rıza

    İmam Ali Rıza (a.S)
    Rıza lakabıyla tanınan Hz. İmam Ali b. Musa (a.s), yedinci imamın oğludur. (En meşhur rivayete göre) hicretin 148. yılında dünyaya geldi ve 203. yılında da irtihal etti.Sekizinci imam, değerli babası vefat ettikten sonra Allah'ın emri ve önceki imamların tanıtmasıyla imamet makamına ulaştı. İmamet süresinin bir kısmını Abbasi halifesi Harun'un zamanında yaşadı. Daha sonra bir müddet, onun oğlu Emin ve bir başka bölümünü oğlu Me'mun'un zamanında geçirdi.Me'mun babasından sonra kardeşi Emin'le anlaşamadı ve bu, bir çok kanlı savaşlara yol açtı. Sonunda Emin öldürülerek Me'mun hilafet kürsüsüne oturdu.Bu zamana kadar Abbas oğulları halifelerinin siyaseti, Şii seyyidlere karşı baskı ve kanlı bir siyaset izlemekti. Gittikçe de bu baskı fazlalaşıyordu. Bazen Şiiler kıyam edip kanlı savaşlar meydana getiriyorlardı ve bunlar hilafet kuruluşunu zor duruma düşürüyordu.Ehl-i Beyt'ten olan Şia İmamları ve rehberleri kıyam edenlerle işbirliği kurup onlara katılmadılarsa da toplumun çoğunluğunu oluşturan Şii halk, imamlara, itaati farz bilip, onları Peygamberin gerçek halifeleri olarak tanıyorlardı. Kisra ve Kayser saraylarını andıran ve bir takım fasit kişiler tarafından yönetilen hilafet idaresini de İslami ve kendi imamlarına yakışır bilmiyorlardı. Bu ortamın devam etmesi hilafet için büyük tehlike sayılıyor ve onu şiddetle tehdit ediyordu.
    Me'mun, önceki halifelerin yetmiş yıllık sorunları çözemediği eski siyasetlerini bırakıp yeni bir siyasetle bu kıyamları yatıştırmayı düşündü. Yeni siyaset, sekizinci imama veliahtlığı vererek tüm zorluklarını halletmeye çalışmasıydı. Çünkü Şii seyitler de hilafette yer alınca artık kıyam etmezlerdi. Diğer taraftan Şia kendi imamını da, kirli ve pis bildikleri kişiler tarafından yönetilen hilafet idaresine bulaşmış görseler, onlar hakkında sahip oldukları manevi inançlarını yitirir ve mezhebi kuruluşları parçalanır ve böylelikle hilafet tehlikeden kurtulmuş olurdu.[
    Bu maksatlara ulaşıldıktan sonra da, imamı yok etmekte hiçbir sakınca olmazdı. Me'mun bu maksatlarını gerçekleştirebilmek için imamı Medine'den Merv'e getirtti. İmamı huzuruna çağırıp ilk olarak hilafeti, daha sonra veliahtlığını imama önerdi. Hazret mazeret getirerek kabul etmedi. Fakat çeşitli yollara baş vurarak kabul ettirdiler. İmam (a.s) memleket işlerine, atama ve azletme olaylarına karışmamak şartıyla veliahtlığı kabul etti.
    Bu vakıa Hicretin 200. yılında meydana geldi. Fakat çok geçmeden Memun, Şia'nın hızla ilerlemesinden, imama karşı sevgilerin çoğalmasından, milletin hatta kendi ordusundan ve devlet adamlarından bile imama yönelmelerinden bu siyasetin de yanlış olduğunu anladı ve çare aramaya koyuldu. Çareyi imamı zehirleyerek şehit etmekte buldu.
    İmam (a.s), şehit olduktan sonra İran'ın şimdi Meşhed denilen Tus şehrinde defnedildi.
    Memun, akli ilimlerin Arapça'ya tercüme olmasına çok özen gösteriyordu. İlmi meclisler düzenleyerek çeşitli din ve mezheplere mensup alimlerin tartışmalarını sağlıyordu. Sekizinci İmam da bu toplantılara katılarak çeşitli din ve mezhep alimleriyle tartışıyor ve mübahasa ediyordu. Bu tartışmalar, Şia'nın hadis kitaplarında kayıtlıdır

    Başa dön

    9. İmam Muhammed Taki

    İmam Muhammed Taki (a.s)
    Hz. İmam Muhammed b. Ali (a.s), sekizinci imamın oğludur, en ünlü lakabı Taki'dir. Bazen de Cevad ve ibn-ür Rıza lakabıyla anılır. Hicretin 195. yılında Medine'de dünyaya geldi. Şia rivayetlerine göre hicretin 200. yılında, Abbasi halifesi olan Mu'tasım'ın tahrikiyle İmamın kendi hanımı olan Me'mun'un kızı vasıtasıyla zehirlenip şehit edildi ve Kazimiye'de büyük babası olan yedinci imamın türbesinin yanında defnedildi.
    Değerli babasından sonra Allah'ın emri ve önceki imamların bildirmeleri üzerine imamet makamına ulaştı. Babası şehit olurken kendisi Medine'de idi. Me'mun'un emriyle hilafet merkezi olan Bağdat'a getirildi. Zahirde bir çok ilgi ve muhabbet gösterdiler. Hatta Me'mun, kızını imamla evlendirip, imamı Bağdat'ta kalmaya mecbur etti. Bu vesileyle imamı içten ve dıştan göz altına aldı.
    Bir süre sonra imam (a.s) Me'mun'dan izin alarak Medine'ye döndü ve Me'mun ölünceye kadar Medine'de kaldı. Me'mun'dan sonra Mu'tasım hilafeti ele geçirince, tekrar imamı (a.s) Bağdat'a çağırttı ve orada göz altında bulundurdu. Daha sonra Mu'tasım'ın tahriki üzerine, imam hanımı tarafından zehirlendi.

    Başa dön

    10. İmam Ali Naki

    İmam Ali Naki (a.s)
    Hz. İmam Ali b. Muhammed (a.s), dokuzuncu imamın oğludur. Lakabı Nakiy'dir. Bazen de Hadi lakabıyla anılır. 212. yılında Medine'de doğmuştur 254. Hicri kameri yılında (Şia rivayetlerine göre) Abbasi halifesi Mu'tazz tarafından zehirlenerek şehit edildi.
    Onuncu imam kendi hayatı boyunca Abbasi halifelerinden yedi tanesini gördü. Onlar, Me'mun, Mu'tasım, el- Vasık, Mütevekkil, Muntasir, Mustain ve Mu'tazz'dırlar. 243. yılında Mu'tasım'ın zamanında değerli babası Bağdat'ta zehirlenip şehit edildiğinde, kendisi Medine'de idi ve Allah'ın tayini ve babalarının tanıtması üzerine imamet makamına ulaştı. Mütevekkil'in zamanına kadar dini eğitimlerle meşgul idi.
    Mütevekkil 243 H. yılında dedikodulara kapılarak, kendi devlet adamlarından birine, imamı o günkü hilafet merkezi olan Samirra'ya celbetme görevini verdi. Yanı sıra bir mektup yazıp imamı (a.s) izzetle anarak onunla görüşmek isteğinde bulundu. Elbette İmam (a.s) Samerra'ya geldi, gerçi kamuoyunda hiç bir baskı olmadı. Fakat elinden geldiği kadar imama eziyet edip ihtiramsızlık etmekten de çekinmedi. Defalarca imamı katletmek ya da saygınlığını zedelemek için çağırttı ve Hazretin evini teftiş ettirdi.
    Mütevekkil, Abbasi halifelerinin içinde risalet hanedanına en fazla düşmanlık güden birisiydi. Bilhassa Hz. Ali'ye (a.s) aşırı kini vardı ve ona açıkça küfür ediyordu. Eğlencelerde taklitçi birini O hazreti taklit etmekle görevlendirdi ve kendisi bu sahnelere bakarak gülüp eğleniyordu. Yine onun emriyle 237. yılında Kerbela'da İmam Hüseyin'in türbesinin kubbesi ve etrafta yapılan bir çok evleri yıkılarak yerle bir edildi. İmamın, tahrip ettikleri türbesini su altına bıraktılar. Daha sonra sürülüp, oradaki tüm eserleri yok etmek için, ziraat yapılmasına emir verdi.
    Mütevekkil'in hilafet yıllarında Hicaz'daki Şii seyitlerin yaşantısı daha da acınacak hale gelmişti. Öyle ki, kadınların örtünecek elbiseleri bile yoktu. Hatta bir çarşafı namaz vakti olunca sırayla kullanıyorlardı. Bu baskı ve eziyetleri Mısır'da yaşayan Şiilere de yaptı.
    Onuncu imam, Mütevekkil'in bu tür işkence ve eziyetlerine Mütevekkil ölünceye kadar katlandı. Ondan sonra Muntasır, Mustain ve Mu'tazz işbaşına geldiler ve sonunda Mu'tazz'ın sinsice planları sonucu zehirlenerek şehit edildi.

    Başa dön

    11. İmam Hasan Askeri

    İmam Hasan Askeri (a.s)
    Askeri lakabıyla anılan Hz. İmam Hasan b. Ali (a.s) onuncu imamın oğludur. Hicri 232. yılında doğdu ve 260. yılında da (Şia rivayetlerinin bazısına göre) Abbasi halifesi olan Mu'tamid'in planı üzere zehirlenerek şehit edildi.
    On birinci imam, değerli babası şehit olduktan sonra, Allah'ın emri ve önceki imamların tayiniyle imamet makamına ulaştı. Yedi yıl imamet ettiği müddet zarfında, hilafet makamının sonsuz baskıları altında, zor bir durumda takiyye ile yaşadı. Kapısı hatta Şiilere bile kapalıydı. Yalnız Şia'nın özel kişileri imamla görüşebiliyordu. Bununla birlikte çoğu zaman hapisteydi.
    Bu kadar baskının nedeni ise şunlardı: Evvela, o zamanlarda Şia'nın nüfusu artmış ve büyük bir güce sahip olmuşlardı. Şia'nın imamete inanması herkese güneş gibi aydınlığa kavuşmuştu. Şia imamları da toplumda tanınıyordu. Bu yüzden hilafet makamı imamları daha fazla göz altına alıp mümkün yollar deneyip, sinsi planlarla bunları yok etmeğe çalışıyordu.
    İkinci olarak hilafet makamı, Şiilerin, on birinci imamın bir oğlunun varlığına inandıklarını anlamıştı. On birinci imamdan ve diğer imamlardan nakledilen rivayetlere göre onun oğlunun Mehdi (a.s) olduğunu biliyorlardı. Bu inanç Peygamber-i Ekrem'den Şia ve Ehl-i Sünnet kanallarıyla anlatılan rivayetlere dayanıyordu. Ve Hz. Mehdi (Allah zuhurunu çabuklaştırsın) on ikinci imam olarak kabul ediliyordu.
    Bu sebeplere göre on birinci imam, diğer imamlardan daha çok göz altında tutuluyordu. Zamanın halifesi, Şia'nın inandığı imamet ilkesine son vermek ve bu kapıyı her zaman için kapatmaya kesin karar almıştı.
    Buna göre imamın (a.s) hastalık haberi zamanın halifesi Mu'tamıd'a verilince, bir doktor göndermenin yanı sıra iç haberleri kontrol etmeleri için güvenilir adamlarından ve kadılarından birkaçını bu işle görevlendirdi. İmamın şahadetinden sonra da evini teftiş edip, imamın hizmetçilerini de ebeler, muayene ettiler. Gizli memurları iki yıl boyunca ümitleri kesilinceye dek imamın oğlunu bulmak için çalıştılar.
    On birinci imam şehit olduktan sonra kendi evinde değerli babasının yanında Samerra şehrinde defnedildi.
    Şunu da bilmeliyiz ki, imamlar kendi hayatları boyunca sayıları yüzleri aşan muhaddis ve alimler yetiştirdiler ve biz bu kitapta onların isimlerini, teliflerini, ilmi eserlerini ve hayatlarını yazmayı münasip görmedik

    Başa dön

    12. İmam Mehdi

    İmam Mehdi (a.s)
    Doğum Tarihi On ikinci İmam Hz. Mehdi (a.s), hicretin 255. (M. 867) yılı Cuma gecesi tan yeri ağarırken “Samerra” şehrinde dünyaya gözünü açmıştır.
    Babası, İmam Hasan Askeri (a.s)’dır; annesi de Hz. İsa’nın havarisi Şum’un’un neslinden olan Rum Kayseri’nin oğlu Yuşa’nın değerli kızı “Saykal” ve “Susen” adlarıyla da anılan “Nergis” hatundur. Hz. Mehdi (a.s)’ın en meşhur lakapları “Mehdi”, “Kâim”, “Hüccet” ve “Bakıyyetullah”tır. Doğumunun Gizli Olması Ümeyye oğulları ve Abbas oğulları dönemi, özellikle altıncı İmam Cafer Sadık (a.s) zamanı ve sonrası, halifelerin Ehl-i Beyt İmamlarına karşı çok hassas oldukları bir devirdir. Bunun sebebi de toplumun onlara çok ilgi duyması, gün geçtikçe toplumdaki etkilerinin artması ve halkın onlara olan ilgisinin fazlalaşmasıdır. Bu durum karşısında Abbasi halifeleri kendi iktidarlarını tehlikede görüyorlardı; özellikle vaat edilen Mehdi (a.s) Hz. Peygamber (s.a.a)’in neslinden olup İmam Hasan Askeri (a.s)’ın soyundan geleceği ve dünyayı adalet ve eşitlikle dolduracağı meşhur olması sebebiyle İmam Hasan Askeri (a.s)’ı sıkı bir şekilde Samerra’da gözaltına almışlardı. Abbasiler, geleceği vaat edilen bu bebeğin dünyaya gelmesini engellemeye çalışıyorlardı, ama bu doğumun gerçekleşmesinde Allah’ın iradesi söz konusu idi. Onun için Abbasilerin çalışmaları neticesiz kaldı ve Allah Teala, Musa (a.s) gibi onun doğumunu da gizli kıldı. Bununla birlikte İmam Hasan Askeri (a.s)’ın özel ashabı, vaat edilen bu İmam’ı babası hayatta iken defalarca gördüler. İmam Hasan Askeri (a.s) dünyadan göçtükleri zaman yine İmam Mehdi (a.s) açığa çıkarak özel bir toplulukla birlikte babasının cenaze namazını kıldırdı ve halk onu gördü, ondan sonra da İmam (a.s) gözlerden kayboldu. Gaybet-i Suğra ve Kubra On birinci İmam Hasan-ı Askeri (a.s)’ın şahadetinden sonra, hicri 260 yılından 329 yılına kadar yani 69 yıl “Gaybet-i Suğra” (Küçük Gizlilik) dönemidir. O zamandan Hz. Mehdi (a.s) zuhur edinceye kadar ki dönem de “Gaybet-u Kubra” (Büyük Gizlilik) dönemidir.
    Gaybet-i Suğra’da, halkın İmam Mehdi (a.s) ile ilişkisi tamamen kesilmedi, ama sınırlıydı. Şiiler, Şia büyüklerinden olan “Özel naipler” vasıtasıyla sorunlarını İmam’a ulaştırıp cevap alabiliyorlardı. Gaybet-i Suğra dönemi, halk ile İmam arasındaki irtibatın tamamen kesildiği “Gaybet-i Kubra” dönemi için bir hazırlık olarak tanımlanabilir. Bu dönemde halk, İmam’ın genel vekilleri sayılan müçtehit ve fakihlere başvurmakla görevli kılındılar.
    Eğer Gaybet-i Kubra ansızın ve birden gerçekleşseydi düşüncelerin sapmasına ve zihinlerin onu kabullenmemesine sebep olabilirdi; ama Gaybet-i Suğra müddetince zihinler yavaş-yavaş hazırlandı ve daha sonra Gaybet-i Kubra dönemi başladı. Ayrıca Gaybet-i Suğra zamanında, özel naipler vasıtasıyla İmam (a.s) ile sağlanan irtibat ve o dönemde Şiilerden bazılarının İmam Mehdi (a.s)’ın huzuruna gitmeleri onun doğum ve hayatı meselesini daha da sabitleştirdi.
    Gaybet-i Kubra eğer bunlardan önce olmuş olsaydı, belki de bu mesele bu kadar açık olmayacak ve bazıları şüpheye düşecekti. Allah Teala kendi hakimiyetiyle Peygamber (s.a.a) ve İmamların da bildirdikleri gibi Ehl-i Beyt izleyicilerinin inançlarının sarsılmaması, İmamlara olan inançlarını yitirmemeleri, Hz. Mehdi (a.s)’ı ve İlahi kurtuluşu beklemeleri, gaybet zamanında Allah’ın dinine sarılıp kendilerini eğitmeleri ve İmam Mehdi (a.s)’ın kıyamı için Allah’ın emri gelinceye kadar dini vazifelerini yerine getirmeleri için tam gaybete hazırlık gayesiyle kısa müddetli olan “Gaybet-i Suğra” ve ondan sonra uzun müddetli olan “Gaybet-i Kubra” olmak üzere, İmam Mehdi (a.s) için iki çeşit gaybet takdir etti. Dört Naip Gaybet-i Suğra zamanında Şia büyüklerinden dört kişi İmam Mehdi (a.s)’ın özel naibi olmuştur. Onlar İmam’ın huzuruna gider, İmam’ın da cevaplarını halka iletirlerdi.
    Bu dört naibin dışında İmam (a.s)’ın çeşitli şehirlerde de vekilleri vardı, onlar da bu dört naip vasıtasıyla halkın meselelerini İmam (a.s)’a ulaştırıyorlardı.
    Dört naip ise şunlardır:
    1) Ebu Amr Osman bin Said-i Amiri.
    2) Ebu Cafer Muhammed bin Osman bin Said-i Amiri.
    3) Ebu’l- Kasım Hüseyn bin Ruh Nevbahti.
    4) Ebu’l Hasan Ali bin Muhammed Semuri. Zuhuru Bekleyiş Emir’ul- Muminin Ali (a.s), Resulullah (s.a.a)’den şöyle nakleder: “İbadetlerin en üstünü Mehdi’nin zuhurunu beklemektedir.”
    İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s) da buyurmuştur ki:
    “On iki İmam’ın gaybeti uzun sürecektir. Onun imametine inancı olan ve gaybet zamanında zuhurunu bekleyen halk, diğer zamanlarda yaşayan halktan daha üstündür. Çünkü Allah-u Teala onlara öyle bir akıl, düşünce ve marifet derecesi vermiştir ki, onlar için gaybet zamanı, İmam’ın hazır bulunduğu zaman gibidir ve Allah onları Resulullah (s.a.a)’in huzurunda cihat eden mücahitler gibi kılmıştır; doğrusu onlar bizim samimi ve gerçek şiilerimizdir. Onlar, gizli ve aşikar olarak insanları Allah’a yönelmeye çağırırlar. Zuhuru beklemek ise en büyük kurtuluştur.”
    Bekleyiş, beklenen şeyin gerçekleşmesini gözlemektir. Bekleyiş, düşünce ve duyguyu beklenen şey üzerinde yoğunlaştırmaktır. Bekleyiş, insanın fikir ve çabasının çoğalmasına sebep olur. Bekleyiş, zorlukların insana kolay gelmesini sağlar. Çünkü zorlukların giderilme eşiğinde olduğu bilincindedir. Bekleyiş, nefsi ve hatta diğerlerini ıslah etmeyi gerektirdiği gibi Hz. Mehdi (a.s)’ın düşmanlarına galip gelmesini sağlamak için insanın ortamı hazırlaması, bu hedef için gerekli olan bilgi, ilim ve vesileleri tahsil etmesini de gerektirir.
    Merhum Muzaffer şöyle yazıyor:
    “Dünyayı ıslah edici ve hak yolda insanların kurtarıcısı olan Hz. Mehdi (a.s)’ı beklemek, dini meselelerde elini kolunu bağlayıp bir şey yapmamak demek değildir. Bilhassa dini hükümleri uygulamak yolunda cihat, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak gibi dini vazifelere sımsıkı sarılmak gerekir. Çünkü Müslüman, ne durumda olursa olsun İlahi ahkamla amel etmek ve onu daha iyi tanımak için adım atmak ve mümkün olduğu kadar iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla görevlidir. Islah ediciyi beklemek bahanesiyle farzları yerine getirmemek doğru değildir. Bekleyiş, Müslümanların üzerinden hiçbir dini vazifeyi kaldırmaz ve hiçbir ameli de ertelemez.” Gaybet Zamanında İmam (a.s)’ın Varlığının Faydaları İnsanlar, gaybet döneminde masum bir önderin aşikar olmaması yüzünden birçok feyizden mahrum olmalarına rağmen birçok yönden de İmam’ın varlığından faydalanmaktadırlar. Çünkü masum bir İmam’ın varlığının faydası, sadece aşikar olarak yol göstermek, toplumsal sorunları çözmek gibi işlerden ibaret değildir. Biz bu konuyla ilgili bir takım hadiselere işaretle bu faydalardan bazılarını açıklıyoruz:
    a) Masum İmam, Maddi ve Manevi Alem Arasında Bir Rabıtadır
    Hz. Resulullah (s.a.a), “Gaybet döneminde Hz. Mehdi’nin varlığının ne gibi bir faydası olacaktır?” şeklinde sorulan bir soruya şöyle cevap verdiler:
    “Beni peygamber olarak gönderen Allah’a ant olsun ki insanlar, gaybet döneminde, bulutların arkasında kalan güneşten faydalandıkları gibi ondan faydalanırlar.”
    Yine “Yenabi’ul- Mevedde” adlı kitapta, Süleyman A’meş bin Mehran yoluyla İmam Sadık (a.s)’dan İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s)’ın şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
    “Biz, Müslümanların İmamı, dünya ehlinin hüccetiyiz. Yıldızların gök ehline güvence ve kurtuluş vesilesi olduğu gibi, bizler de yer ehlinin güvence kaynağı ve kurtuluş vesilesiyiz. Bizim hürmetimize, Allah istemedikçe gökten bir şey yere düşmez. Bizim vasıtamızla Hakkın rahmet yağmuru yağmakta ve yeryüzü bereketlerini çıkarmaktadır; eğer biz yeryüzünde olmasaydık, yeryüzü üzerindekileri yutardı. Allah-u Teala, Adem (a.s)’ı yarattığı günden beri yeryüzü hiçbir zaman hüccetsiz kalmamıştır. Ama bu hüccet bazen zahirdir ve tanınır, bazen de gaip ve gizlidir. Kıyamete kadar da yeryüzü hüccetsiz kalmayacaktır. Eğer İmam olmazsa Allah’a (hakkıyla) ibadet edilmez.”
    b) İmam, Ümit Kaynağıdır
    Gaip İmam’a inanmak, kurtuluşu beklemek ve onun zuhurunu gözlemek, insanlara büyük bir ümit vermektedir. Bu ümit, başarı ve ilerlemede en büyük etkenlerden biridir. Ümitlerini yitiren bir topluluk asla başarıya ulaşamaz.
    Örneğin: Karargahta bulunan bir komutanın varlığı, askerlere ümit verir ve onların çaba göstermelerini sağlar. Komutanının ölüm haberini duyan bir ordu, ileri teknikle donanmış olsa da dağılıverir ve askerler ümitsizliğe kapılırlar.
    İşte bu yüzden, Ehl-i Beyt’ten nakledilen hadislerde, kurtuluşu beklemek en büyük ibadetlerden biri olduğu gibi hak yolunda şahadetle de eşit sayılmıştır. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:
    “Kim, biz Ehl-i Beyt’in velayetiyle kurtuluşu bekler bir halde ölürse, Kâim’in (Mehdi’nin) ordusunda yer alan kimse gibi olur.”
    Hz. Ali (a.s) da şöyle buyurmuştur:
    “Bizim devletimizi bekleyen kimse, Allah yolunda kanını döken ve canını veren kimse gibidir.”
    c) İmam Dinin Korunmasına Vesiledir
    Hz. Ali (a.s), her dönemde insanların İlahi önderlere olan ihtiyaçlarını şöyle açıklıyor:
    “ Yeryüzü, Allah için hüccet ve burhanla kıyam eden İmam’dan boş kalmaz. Bazen O İmam, zahir ve açık, bazen de gizlidir. Allah’ın yeryüzündeki hüccet ve delilleri yok olmasın diye böyle takdir edilmiştir. Onlar kaç kişi ve nerededirler? (veya ne zamana kadar korku içerisinde ve gizlidirler?) Allah’a ant olsun ki, sayı açısından azdırlar, ama değer ve makam açısından büyüktürler. Allah Teala, onlar vasıtasıyla kendi hüccet ve burhanlarını korumaktadır...”
    Zamanın geçmesi, şahsi fikir ve değerlendirmelerin dini konulara karıştırılıp din adına sunulması, sapık mekteplerin aldatıcı ve çekici programlarına yönelmesi, fasit ellerin semavi öğretilere uzanması, İslam kanunlarının pratik alandan uzaklaştırılması vb. faktörler el ele vererek, İslam kanunlarından bazılarının unutulmasına, asaletini yitirmesine ve tahrif edilmesine neden olur. Vahiy olarak inen bu öğretiler, onun bunun beyinleriyle temas etme sonucu siyahlaşır ve ilk günkü parlaklığını yitirir. Bu nurun, karanlık fikirlerin çerçevesinden geçmesi sonucunda, ışığı azalır ve yansıması zayıflar.
    Durum böyleyken acaba müslümanlar içinde, İslam’ın yasa ve öğretilerini gelecek nesiller için olduğu gibi koruyacak birinin bulunması gerekmez mi? Acaba yeniden mi vahiy inecektir?! Kesinlikle hayır. Çünkü vahiy kapısı ebediyete dek kapanmıştır. Öyleyse asıl din nasıl korunmalı? Tahrifler ve hurafeler nasıl önlenmeli? Bu, ancak masum bir İmam vasıtasıyla gerçekleşir. Gaybet-i Suğra’da İmam (a.s)’ın Kerametleri Şeyh Tusi (r.a) şöyle diyor: “Gaybet zamanında İmam Mehdi (a.s)’dan görülen kerametler, sayılmayacak kadar çoktur.”
    Burada örnek olarak bunlardan ikisini zikrediyoruz:
    1) İsa bin Nasr şöyle anlatır: Ali bin Samuri İmam Mehdi (a.s)’a bir mektup yazarak ondan kendisi için bir kefen istedi, cevabında; “Senin seksen yılında (hicri 280 yılında veya 80 yaşında) ihtiyacın olacaktır” diye cevap geldi ve İmam’ın buyurduğu gibi 80 yılında vefat etti ve vefatından önce İmam Mehdi (a.s) ona istediği kefeni gönderdi.
    2) Muhammed bin Sure el-Kummi (Kum kentinin büyük alimlerinden) şöyle nakleder: Ali bin Hüseyn-i Babaveyh, amcası Muhammed bin Musa Babaveh’in kızı ile evlendi, ama ondan evlat sahibi olmadı. İmam Mehdi (a.s)’ın üçüncü naibi olan Hüseyin bin Ruh’a bir mektup yazarak onun vasıtasıyla İmam Mehdi (a.s)’dan, ona evlat verilmesi ve bu evlatlarının alim olması için Allah’tan dua etmesini rica etti.
    İmam (a.s) tarafından şu cevap geldi: “Şimdiki hanımından evladın olmayacak, ama yakında sahip olacağın Deylemli bir cariyeden iki fakih erkek çocuğun olacaktır.”
    İbn-i Babavey, Muhammed, Hasan, ve Hüseyin adında üç çocuk sahibi oldu, Muhammed ve Hüseyin parlak hafızalı iki fakih oldular, Kum kentinde hiç kimsenin belleyemediği konuları bellemişlerdi. Halk, rivayet ve hadislerin naklinde Ali bin Hüseyin bin Babaveyh’in iki oğlu Muhammed ve Hüseyin’nin hafızalarına hayret eder ve bu makam İmam Mehdi (a.s)’ın duasıyla size nasip oldu derlerdi. Bu hadise Kum halkı arasında pek meşhurdu.
    Bilindiği üzere İmam’ın duası hürmetine dünyaya gelmiş olan Muhammed bin Ali bin Babavey’in fıkıh ve hadis alanında onlarca eseri mevcuttur. Şia’nın hadisteki dört temel kaynağından biri olan “Men La Yahzuruh’ul Fakih” kitabı da onun eseridir. İmam Mehdi (a.s) İle Görüşme Bazı büyük alimler, Gaybet-i Kubra zamanında İmam (a.s)’ın huzuruna giden veya uykuda ya da uyanıkken bir takım kerametler gören kişilerin adlarını ve başından geçenleri kitaplarında toplamış ve zikretmişlerdir. “Keşf’ul- Estar”, “Bihar’ul- Envar” kitaplarında da bu hususla ilgili birçok senetli hadise nakledilmiştir. Merhum Hacı Nuri, “Necm’us- Sakıb” kitabında bu konuda yüz olay nakleder ve şöyle der: “Herkesten duyduğumuz her şeyi burada nakletmedik, Allah’ın yardımıyla sadece doğruluğuna güvendiğimiz olayları, güvenilir kişilerden aktardık.”
    Biz de burada “Necm’us- Sakıb” kitabından bir olay nakletmekle yetiniyor ve okuyuculardan bu kitapları araştırmalarını rica ediyoruz:
    Faziletli alim Ali bin İsa Erbili “Keşf’ul- Ğumme” adlı kitabında diyor ki; Güvenilir kardeşlerimden bir grup, Hille bölgesinde Hırkal köyü ahalisinden İsmail bin İsa bin Hasan Hırkalı adında bir kişinin benim zamanımda vefat ettiğini bana haber verdiler. Ben onu görmemiştim. Onun oğlu Şemsuddin bana dedi ki; Babam bana şöyle bir olay anlattı: Gençliğinde sol bacağında Tuse denilen yumruk büyüklüğünde bir yara çıkmış ve her bahar mevsimi patlıyor, ondan kan ve irin akıyormuş. Bu dert onu her şeyden alı koyuyormuş. O Hilleye gelip Raziyyuddin Ali bin Tavus’un yanına giderek ona bu yarasından bahsetmiş. Seyyid bin Tavus, Hille cerrahlarını çağırmış,
    onu muayene ettirmiş ve demişler ki; “Bu, toplar damar üzerinde çıkmış ve kesmekten başka çaresi yoktur. Ancak, bunu kesersek toplar damar da kesilebilir, eğer bu damar kesilirse İsmail sağ kalmaz. Onu kesmek çok tehlikelidir, biz bu işe girişemeyiz.”
    Seyyid bin Tavus, İsmail’e; “Ben Bağdat’a gidiyorum, gel seni de götüreyim ve oradaki cerrahlara göstereyim, belki onlar bir çare bulurlar” demiş. Bağdat’a gitmiş, tabipleri çağırmışlar, onlar da aynı teşhisi koymuş ve aynı özrü getirmişler, İsmail bu duruma üzülmüş, Seyyid ona; “Allah Teala üzerindeki bu necasetle kılacağın namazı kabul eder, bu derde sabretmek mükafatsız değildir” demiş. Bunun üzerine İsmail; “Öyleyse Samerra’ya ziyarete gideceğim ve İmamlardan yardım isteyeceğim” demiş ve yola çıkmış.
    Şemsuddin sonra şöyle ekliyor; Babam diyordu ki; O nurlu hareme ulaştığım zaman İmam Ali Naki (a.s) ve İmam Hasan Askeri (a.s)’ı ziyaret ettikten sonra Serdab’a (İmam Mehdi’nin gaybete çekildiği yere) gittim. Geceleyin orada Allah’a çok yalvardım ve İmam Mehdi (a.s)’dan yardım diledim. Sabahleyin Dicle nehrine gittim, elbisemi yıkadım ve ziyaret guslü yaptım. İbriğimi su ile doldurarak bir kere daha ziyaret etmek için İmamların haremine geri döndüm, kaleye varmadan birkaç atlının bana doğru geldiğini gördüm. Samerra’nın etrafında bazı soylu ailelerin evleri olduğundan bunların eşraflardan olduğunu sandım. Bana yetiştiklerinde, bunlardan kılıç kuşanmış ve birinin de sakalı yeni-yeni çıkmış olan iki genç, elinde bir mızrak bulunan ve üzeri tertemiz olan yaşlı bir adam ve beline kılıç bağlamış, üzerine cübbe giymiş, sarığını omzuna salıvermiş ve elinde mızrak olan dört kişi olduğunu gördüm. O ihtiyar adam sağ tarafa ve iki genç de sol tarafa geçtiler. Cübbe giymiş adam onların ortasında kaldı, bana selam verdi, ben de cevap verdim. Cübbe giymiş adam; “Yarın yola mı çıkacaksın?” siye sordu. Evet dedim. “Yaklaş bakayım, sana eziyet eden şu yara neymiş bir görelim!” dedi. Ben bu sırada; “...Elbiselerimi yıkamış olduğumdan dolayı keşke bu bedevi bana dokunmasa...” diye düşünürken o eğildi ve beni kendine doğru çekerek elini yaramın üzerine koyup kuvvetle sıktı, canım pek yanmıştı... Sonra doğruldu, bu haldeyken yaşlı adam; “Kurtuldun İsmail!” dedi.
    Ben; “Siz de felaha ve kurtuluşa erin” dedim. Bu sırada birden, onun adımı bildiği düşüncesiyle şaşırdım, bana; Kurtuluşa erdin diyen yaşlı adam bu sefer; “İmam’dır O, İmam...” dedi.
    Ben koşarak ayağının üzengisini öptüm. İmam (a.s) yola koyuldu, ben de ardından gidiyor ve feryat ediyordum, İmam (a.s); “Geri dön” dedi. Ben; “Sizi bırakmam mümkün değil” diye inledim. İmam (a.s) tekrar; “Geri dönmek senin için daha hayırlıdır, geri dön” diye buyurdu. Ben aynı sözü tekrarlayınca yaşlı adam dedi ki; “Ey İsmail! İmam iki defa geri dön dediği halde onu dinlememekten utanmıyor musun?”
    Bu sözler üzerine olduğum yerde kaldım... Hareme dönünce haremdekiler beni gördüklerinde; “Durumun değişmiş, yaran ağrı yapıyor mu?” diye sordular. Hayır dedim... Durumu anlattıktan sonra sağ bacağımı açtıklarında yaradan hiçbir eser kalmadığını gördüler. Ben de dehşete kapıldım, diğer bacağımı da açtım, onda da bir şey görmedim. İşte o zaman halk başıma toplanarak teberrük için elbiselerimi parçaladılar... Zuhur Vaktini Belirtmek İmam Mehdi (a.s)’ın dördüncü özel naibi Ali bin Muhammed-i Semuri’nin vefatından sonra, Gaybet-i Kubra dönemi başladı. Şimdiye kadar da devam etmekte...İmam Mehdi (a.s) Allah Teala’nın emriyle kıyam ve zuhur edecektir. Ehl-i Beyt İmamları birçok hadislerde zuhur vaktinin belirtilemeyeceği ve bunu ancak Allah’ın bileceğini, ansızın Allah’ın emriyle vuku bulacağını ve zuhur için bir vakit belirten kimselerin yalancı olduğunu açıklamışlardır.
    Fuzeyl, İmam Bakır (a.s)’dan; “Acaba bu iş için bir zaman belirtilecek mi?” diye sorunca İmam (a.s) üç defa şöyle buyurdu: “Vakit belirtenler yalancıdırlar.”
    İshak bin Yakup, Muhammed bin Osman-i Amri vasıtasıyla İmam Mehdi (a.s)’a bir mektup yazarak birkaç soru sordu, İmam (a.s) soruları cevaplandırırken zuhur vakti hakkında buyurdu ki: “Zuhur vakti Allah’ın emrine bağlıdır; zaman tayin edenler yalancıdırlar.” Zuhur Alametleri Zuhurdan önceki hadiseler ve zuhur alametleri hakkında birçok rivayetler vardır. Bu hadislerden bazıları toplumların, özellikle İslami toplumların durumunu açıklar, bazıları zuhura yakın bir dönemde meydana gelecek olayları, bazıları da şaşırtıcı şeylerin meydana gelişini anlatır.
    Bütün bu hadisleri incelemek için ayrıntılı kitaplara ihtiyaç vardır. Biz burada açık ve kesin olan birkaç alameti naklediyoruz:
    a) Bütün Dünyada ve İslam Toplumlarında Zulüm, Kötülük, Fesat, Günah, ve Dinsizliğin Yayılması
    İslam önderleri İmam Mehdi (a.s)’ın mübarek kıyamlarını müjdeledikleri birçok hadiste, onun, dünya zulüm ve kötülükle dolduktan sonra zuhur edeceğini vurgulamışlardır. Müslüman toplumlarda bile sapıklık, sefahat, çeşitli günah ve kötülüklerin yaygınlaşacağını hatırlatmış ve şunlara değinmişlerdir:
    “Sarhoş edici maddeler açıkça alınıp satılacak, şarap içilecek, faiz yemek, zina ve diğer kötü işler yaygın bir şekilde yapılacak, hicapsız kadınlar çekici elbiselerle ortaklıkta dolaşacak, kadınlar erkeklere, erkekler de kadınlara benzeyecek, iyiliği emredip kötülükten alıkoymak terk edilecek ve müminler hakir, naçiz ve mahzun olup günah ve kötülükleri engellemek kudretine sahip olamayacaklar, dinsizlik yaygınlaşacak, Kur’ân’la amel edilmeyecek, evlatlar baba ve annelerine eziyet edecek, küçükler büyüklerine saygı göstermeyecek, büyükler küçüklere acımayacak, akrabalık bağı gözetilmeyecek, humus ve zekat ödenmeyecek, kafirler ve sapıklar müslümanlara galip gelecek, müslümanlar bütün işlerinde, giyimlerinde... onları taklit edecek, İlahi hüküm ve cezalar uygulanmayacak...”
    b) Sufyaninin Ortaya Çıkışı ve Yerin Yarılarak Sufyani’nin Ordusunu İçine Alması
    Ehl-i Beyt İmamlarının önemle vurgulayıp açıkça beyan ettikleri alametlerden birisi de Sufyani’nin Şam’da ortaya çıkışıdır; o kısa bir sürede bu şehri tasarrufu altına alacak, büyük bir orduyla Kufe üzerine hareket edecek, Irak şehirlerinde özellikle Necef ve Kufe’de büyük cinayetler işleyecek ve diğer bir orduyu da Medine’ye gönderecek, sonra Mekke’ye doğru hareket edecek, Medine ve Mekke arasında Allah’ın emriyle yer yarılarak onlar yerin dibine gömülecek, işte o zaman İmam Mehdi (a.s) bir takım olaylardan sonra Mekke’den Medine’ye ve Medine’den Irak’a ve Kufe’ye gelecek ve Sufyani Irak’tan Şam’a kaçacak, İmam Mehdi (a.s) onu takip etmesi için bir ordu gönderecek ve nihayet onu Beyt’ul- Mukaddes’te helak edip başını bedeninden ayıracaklar.
    c) Seyyid Hasani’nin Çıkışı
    Ehl-i Beyt İmamlarından ulaşan hadiselere göre, “Seyyid Hasani İran’da Deylem ve Kazvin nahiyesinden çıkarak kıyam edecektir. Bu dindar şahıs imamet ve Mehdilik iddiasında bulunmayacak değerli bir kişidir. Halkı İslam’a ve Ehl-i Beyt İmamlarının yoluna davet edecek, birçok izleyici bulacak ve kendi bölgesinden Kufe’ye kadar yerleri zulüm, kötülük ve sapıklıktan temizleyecek. İtaat olunan bir hakim ve adaletli bir sultan olarak hükmedecektir. Ordusu ve dostlarıyla Kufe’de olduğu bir zamanda, İmam Mehdi (a.s)’ın Kufe’nin etrafına geldiğini ona bildirecekler. Seyyid Hasani ordusuyla birlikte İmam Mehdi (a.s) ile görüşecek, İmam’a biat edecek ve ardından da izleyicileri biat edeceklerdir. Ancak bunlardan dört bin kişi kabul etmeyecek, üç gün nasihat ve öğütten sonra iman etmedikleri için İmam (a.s)’ın emriyle öldürüleceklerdir.”
    d) Yüksek Ses
    Bilinen alametlerden biri de gökyüzünden yüksek bir sesin duyulmasıdır. Olay şöyle olacaktır: “İmam Mehdi (a.s)’ın zuhurundan önce Mekke’de gökyüzünden herkesin duyacağı çok yüksek ve müthiş bir ses duyulacaktır, bu ses İlahi ayetlerdendir. Bu seste insanlara, hidayete erişmeleri, İmam Mehdi (a.s)’a biat etmeleri ve haktan sapmamaları için onun hükmüne karşı çıkmamaları tavsiye edilecektir.”
    e) Hz. İsa Mesih’in Gökten İnişi ve Hz. Mehdi (a.s)’ın Arkasında Namaz Kılması
    Hadislerin bir kısmında da Hz. İsa Mesih’in gökten inerek namazda Hz. Mehdi (a.s)’a iktida edeceği zikredilmiştir. İslam Peygamberi (s.a.a) kızı Fatıma’ya buyurmuşlardır ki: “Kendisinden başka İlah olmayan Allah’a ant olsun ki, Hz. İsa bin Meryem’in, arkasında namaz kılacağı bu ümmetin Mehdi’si bizdendir.”
    Kitaplarda bunlardan başka birçok diğer alamet ve nişaneler de nakledilmiştir, ama biz bu kadarıyla yetiniyoruz. İmam (a.s)’ın Kıyamı Hz. Mehdi (a.s) uzun bir gaybetten sonra Mekke’de Ka’be’nin kenarında zuhur edecektir. Peygamber (s.a.a)’in bayrağı, kılıcı, sarığı ve gömleği ondadır. Melekler vasıtasıyla ona yardım edilecek, İslam düşmanlarını öldürecek ve zalimlerden intikam alacaktır.
    Mekke’de ona biat edecek olan özel ashabı 313 kişidir. İmam Mehdi (a.s) bir müddet Mekke’de kaldıktan sonra Medine’ye gelecek, dostları yiğit, şecaatli, salih, imanlı kişilerdir, ona itaatte gayretlidirler. Nereye ve hangi işe yönelseler mutlaka zafere ulaşırlar.
    İmam (a.s) Medine’de bir takım savaşlardan sonra ordusuyla Irak’a ve Kufe’ye gelecek, Kufe’de Seyyid Hasani ile görüşecek, Seyyid Hasani ve ordusu ona biat edecekler. Hz. İsa gökyüzünden inerek İmam’a yardımda bulunacak ve namazda İmam’a iktida edecektir.
    İmam’ın hükümetinin merkezi Kufe’dir. İmam (a.s) dünyanın doğu ve batısını fethedip İslam’ı dünyanın dört bir yanına egemen kılacaktır. Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünnetine göre amel ve hüküm edecektir.
    İmam (a.s)’ın hükümetinde yeryüzünün tüm bereketleri ortaya çıkacak; servet, nimet, meyve, ve mahsuller çoğalacak ve herkes öyle bir refah ve nimete boğulacak ki, zekat ve sadaka vermek için fakir bulunmayacak ve kimse zekat ve sadaka kabul etmeyecektir.
    İmam (a.s)’ın kurduğu nizamda adalet ve emniyet öyle yerleşecek ki, ihtiyar bir kadın altın ve mücevher dolu bir sepeti alır ve tek başına yaya olarak bir şehirden diğerine gidecek olursa, hiç kimse onu rahatsız etmeyecek, servetine göz dikmeyecektir... Allah Teala insanlara öyle bir güç verecek ki, herkes olduğu yerde onun sözlerini duyacak ve İmam (a.s) İslam’a hayat verecektir... Gaybet Döneminde Müminlerin Vazifeleri Ayetullah seyyid Muhammed Taki el-Musevi, “Mikyal’ul- Mekarim” kitabında, gaybet döneminde yapılması ve uyulması gereken 80 noktaya işaret etmiştir, ki biz bunlardan birkaçının aktarılmasının faydalı olacağına inanıyoruz. Müminler bu noktalara riayetle, hayatlarına yeni bir çekidüzen vererek yaşamalarını O Hazretin rıza ve hoşnutluğu doğrultusunda tazmin eder ve zuhur hazırlığına hız kazandırmış olurlar inşaallah. O vazifelerden bazıları şunlardır:
    1- Hz. Mehdi (a.s)’ın özelliklerini, vasıflarını bilmek ve zuhur edeceği sıradaki alamet ve olaylardan haberdar olmak.
    2- Hz. Mehdi’ye sevgi beslemek.
    Ehl-i Beyti sevmek bütün müslümanlara farzdır. Bu husus birçok ayet ve hadislerde tasrih edilmiştir.
    3- Hz. Mehdi (a.s)’ın zuhurunun bekleyişi içinde olmak; yani kalben, fikren ve amelen buna mutabık bir hayat sürdürmek.

    Başa dön

    Hallac-ı Mansur

    HALLAC-I MANSUR
    Alevi inancının felsefesini derinden etkileyen ve şekillendirenlerin başında Hallac-ı Mansur gelmektedir. Hallac-ı Mansur, düşüncesiyle, eylemiyle sadece islami coğrafyalarda değil, bütün dünyada çeşitli inançlara mensup insanları tarafından da saygınlık görmüş, etki bırakmıştır. Tabii ki en büyük sahiplenme Aleviler tarafından gösterilmiştir.
    Hallac-ı Mansur, 857 Tur’da doğmuştur. (Şahadeti: Mart 922 Bağdat).
    Bütün Alevi önderlerinde olduğu gibi Hallac-ı Mansur hakkında da sağlam ve güvenilir bilgi yoktur. Hallac-ı Mansur hakkındaki bütün bilgiler sözlü gelenekle yaşatılmıştır. Yazılı kaynaklar tahrip edilmiş, Hallac-ı Mansur gerçeği yok edilmek istenmiştir.
    Bütün tahribatlara rağmen Hallac-ı Mansur düşüncesi günümüze dek gelmiştir. Hallac-ı Mansur’u bu kadar güçlü kılan ve günümüze kadar gelmesini sağlayan felsefesi bütün boyutlarıyla Alevi öğretisinde yer almıştır. Örneğin Cem töreninin en önemli aşamalarından biri olan ve haklıyı, gerçeği ortaya koyan "Dar-ı Mansur" en büyük kanıttır. Dar-ı Mansur bir noktada mahkeme işlevi görmektedir. Ama bu öyle bildiğimiz mahkemelerden olmayıp, halk mahkemesi şeklindedir. Böyle olduğu için de haklı ve gerçek her zaman daha yoğun gerçeklişmiştir.
    Hallac-ı Mansur, düşüncesi için darağacını göze almış ve hiç bir karanlıktan çekinmeden düşüncesini açıklamıştır. Düşünce(si)leri ne kadar "aykırı" olsa da onları ölümüne savunmuştur.
    Hallac-ı Mansur kendisini kırbaçlara, darağacına götüren düşüncesini iki kelime ile özetlemiştir: Enel Hak. Enel Hak, ben Hakkım, hakikatim anlamına gelmektedir. Şüphesiz bu iki kelimenin altında yüzlerce cilt kitaba sığmaz derin anlamlar yatmaktadır. Hallac-ı Mansur düşüncesine göre; insan Tanrı’nın bir yansımasıdır. İnsan Tanrı’dan ayrı düşünülemez ve eğer insan kalbini kötülüklerden arındırırsa Tanrı ile bütünleşebilir.
    Aradan 1000 bin yıl geçmesine rağmen Hallac-ı Mansur’un düşünceleri tartışılmaya ve etkilemeye devam ediyor. Anlaşılan daha da devam edecek

    Başa dön

    Ahmet Yesevi

    Ahmet Yesevi,
    Horasan okulu olarak anılan bakış acısinin en etkili kişisi Hoca Ahmet Yesevidir.( öl.1166) Ahmet Yesevinin kurdugu tarikat, Yesevilik islam inancı ile Türk gelenek ve görenek inanc ve yaşam tarzlarının gecırdigi zaman süreci icinde gezici dervişlerin etkinligi ile hazirlanmış bir ortamda filizlendi. Yesevi taraftarları zaman icerisinde Yeseviye ismiyle anılmaya başlandı.
    FUAT KÖPRÜLÜ, nün Ahmet Yesevi ve Yesevilik üzerine acıklamaları:
    Bizim kanaatımıza göre Ahmet Yesevi zuhur ettigi zaman Türk alemi epey uzun bir zaman dan beri her halde 1V. Asırdan beri tasavvuf fikirlerine alişmiş mutasavvufların menkibe ve kerametleri yanlız şehirlerde degil göcebe Türkler arasında bile az cok yayılmıstı.Ilahiler şiirler okuyan . Allah rızası icin halka bir cok iyiliklerde bulunan, onlara cennet ve saadet yollarını gösteren dervişleri Türkler eskiden dini bir kutsiye verdikleri ozanlara benzeterek hararetle kabul ederek dediklerine inaniyorlardı.Bu suretle eski ozanların yerini ata veya bab ünvanli bir takim dervişler almıslardı.
    Hz. Muhammedin sahabalarından olarak gösterilen Arslan bab ile menkibeye göre islam dinini anlamak maksadıyla Türkistandan Cezüretül Araba gelmıs ve Ebu Bekirle görüserek islamiyeti kabullenmiş olan ozanlar, piri meshur korkut ata ( Dede korkut ) Coban ata işte bunlardan kalmış birer hatırayı yasatıyor.Göcebe Türkler arasında yani Sirderya kenarında ve bozkırlarda anladıkları bir lisanla yani basit Türkce ile halka hitab ederek islam analerini akidelerini onlar arsında yaymaya calısan dervişlerin bulundugu muhakkahdı .
    Ahmet Yesevinin kendisinden önce gelen dervişlere göre daha üstün daha kuvvetli bir şahsiyet oldugunu kabul etmemek mümkün degildir.Ancak eger kendisinden önce gelen nesiller islamiyet inanci ve evrenselligi üzerine zemin yaratmamış olsalardı; onun basşarısı bu denli büyük olmazdı.
    Ahmet Yesevi,Türk tasavvuf sairi tarikat öncüsü (Türkistan Cimkent sayram ? Yesi 1166) Ibrahim adlı bir şeyhin ogludur. Yedi yaşındayken babasının ölümü üzerine ablası Gevher
    Sehnaz ile Yesiye gitti . Burada bir süre ögrenim gördü.Daha sonra gittigi buharada Hemedanli şeyh Yusufun (1049-1140) ögretisini benimsedi . Onun ölümünden bir süre sonra ücüncü halifesi olarak yerine gecti.( 1160 )Seyhin vasiyetine uyarak Yesiye geri döndü ve ölümüne dek orada tasaavvuf ögretisini yaydı .Yeside türbesi ve adına kurulmuş hankäh Timur tarafindan görkemli bir yapı haline getirildi. Burasi Ortaasya ve Volga Türklerinin Özbek kazaklarının kutsal ziyaret yeri oldu.
    Kaynak. Büyük larousse. Sayfa 220.
    AHMET YESEVI NIN YASAMI ve Yesevi isminin verilisi üzerine Fuat Köprülü şu bilgiyi veriyor :Hoca Ahmet Yesevi Türkistindanda Seyram sehrinde dogmuştur. Hz. Ali evladından seyh Ibrahimin ogludur. Gevher Sehnaz adında bir ablasi vardır. 7. yaşında yetim kalır. Manevi bir babadan terbiye alarak büyür. Ashaptan şeyh baba Arslan Sayrama gelerek onu irsat eder. 7. yaşından başlayarak onu egitir. Babasi şeyh Ibrahimin o civarda kerameti ve menkibeleri ile de tanınmıs biri olmasının da yardımıyla gittikce cevresınde benimseniyordu
    YESEVI ADINI ALMASI VE ÜNÜNÜN BÜTÜN TÜRKISTANA YAYILMASI:
    (Efsaneye göre ) su olaya baglıdır;Bu devirde Maveraünnehr ve Türkistanda Yesevi adında bir hükümdar saltanat sürüyordu. Kisin Semerkantta oturuyor, yazın Türkıstan daglarında yasıyordu.Diger tüm Türk hühümdarları gibi av meraklısı olan bu hükümdar yazları Türkistan daglarında avlanıyordu ve böylece bos zamanını buralarda böyle geciriyordu. Lakin bir yaz kara-cuk daglarında avlanmak istediginde dagın cok girintili ve cıkıntılı olması nedeni ile bunu gercekleştiremiyor avlanamıyordu.Bunun üzerine dagı ortadan kaldırmak istedi. Kendi hükmettigi yerlerde ne kadar şeyh varsa ne kadar veli varsa hepsini topladı ve duaları ve berakatıyla bu dagları ortadan kaldırmalarını istedi. Türkistan evliyasi hükümdarlarinin bu istegini kabul ettiler. Ihram baglayıp üc güne kadar bu dagın ortadan kalkması icin taaruza ve niyaza koyuldular.Fakat taaruz ve niyazların umulanın aksine netıcesız kaldı.Sebebini arastırdılar, memlekette ariflerden , velilerden gelmeyen varmı diye? şeyh Ibrahimin oglu Ahmet pek kücük oldugu icin cagrılmadıgı anlaşıldı. Hemen sayrama adamlar gönderip cagırdılar.Cocuk ablasına danıstı . Ablası dedi ki: Babamızın vesiyeti vardır.Senın meydana cıkma zamanının gelip gelmedigini belli edecek sey, babamızın ma-bedi icindeki baglı bir sofradır. Eger onu acmaya kadır olursan, var git meydana cıkma zamanın gelmıs demektir.
    Cocuk ma-bede gitti, sofrayı actı.Hemen sofrayı alarak yesi sehrine geldi.Bütün evliya orada hazırdılar.Sofrasında olan bir tane ekmegi niyaz gösterdi, kabul edip fatiha okudular.Ekmegi meclistekilere bölüp hepsine yetti.Evliyalarından padısahın umare ve askerlerinden orada 99. bin kisi hazır olmustu. Onlar bu kerameti görünce, Hoca Ahmedin büyüklügünü daha iyi anladılar.Hoca Ahmet babasının hırkası icinde, duasının neticesini bekliyordu. Birden bire gök yüzünden seller bosanmaya basladı . Her yer suya bulandı ve doldu . Seyhlerin seccadeleri dalkalar üzerinde yüzmeye basladı.. Bunun üzerine bagırısıp niyaz ettiler.Hoca Ahmet hırkadan basını cıkartdı . Hemen fırtına gesilerek günes acıldi.Baktılar kara-cuk dagı ortadan kalkmıs. Simdi orada o dagın yerinde karacuk atlı bir kasaba bulunur ki Hoca nın ekser evladının mesken ve vatanıdır.
    Bu kerameti gören hükümdar yesevi kendi adının kıyamete kadar cihanda baki kalmasını temini icin Hocadan niyaz etti.Hoca bu niyazida kabul eyledi ve dedi ki : Alemde her kim bizi severse, senin adınla beraber yad eylesin .Iste bundan dolayı, o günden beri Hoca Ahmet Yesevi adı ile anılır oldu.
    Fuat Köprülü, ilk mutasavvuflar adlı eserinde; Türklerin islamiyeti Iran üzerinden özellikle acemler araciligiyla aldiklarini söylerken şöyle diyor:Islam inancı ve medeniyeti Iran kültürünün merkezi olan Horasan yolu ile Maveraünnehirden geliyordu.Fuat Köprülü nün cografi olarak tanımlamasına katılmakla beraber bazı kaynaklarca Iran Acem etkisinin agır bastıgına katılmıyor.Hz Muhammedin ölümünü takıp eden yıllarda iki önemli görüs farkı cıkıyor. Bunlardan birinde Arap miliyetci baskıların ön planda tutuldugu görüs, digeri ise islamiyetin evrensel bir din olarak milliyetcilik ve militarizm zicirinden uzaklaştırmak istiyen görüs.Evrenselligi beniseyenler Arap milliyetciliginden kasarak Horasana yerleşenlerdı.Ayrıca o yıllarda horasan Türklerle meskün bir bölge idi.
    Horasan yöresinin bir Türk yöresi oldugu Türklerin gelenek ve göreneklerine baglı oldukları Geleneklerinin evrensel icerik tasıdıgı Islamiyeti kabullerinde evrensel bakıs acısının kendi eski görenek ve gelenekleriyle uyumlulugunu gözden kacırmamak gerekir.
    Bektaşilerin düsüncelerine göre Yesevilik bir tarikat gibi kabul edilmiş ise de aslında bir ocaktır.Tarikatın oluşumunu gerektıren, özellikler Yesevilikde eksiktir. ( Kisve Tekke , erkanname zikir, riyazet, semah gibi ) tam degildir.Teşkilatlanma tam olarak tamamlanmadıgından daha sonraları icinden bazı tarikatların dogmasına yol acarken kendi konumunu koruyamamıştır.
    HORASAN OKULU.
    Islamiyetin evrensel bir din oldugunu vurguluyan ve Arap baskısından kurtulmak istiyenlerce Horasanda bir okul olusmaktaydı. Bu okula Horasan mektebi denilmekteydi. Horasan okulunu oluşturanlar islamiyetin yüce fikirlerini Horasanda yaymaya başladılar.Islamiyetin en önemli fikirlerinden biri olan tanrıya ortak koşmamak özelligine uyulmak koşulu ile islami inanc ve düsünce sistemiyle mevcut bölge halkı olan Türk gelenek ve görenekleri kaynaşmaya basladı. Ancak Türklerin töre ve geleneklerinden bazıları tanrıya ortak kosuyorsa, o zaman Horasan okulu bu uygulamaları kendi bünyesine almadı.Sonusta islamiyet Türk töresiyle inancıyla birleşmeye başladı.Böylece Horasan okulu Arap etkisinin dısında, bölge halklarının eski inanc ve yaşam kültürünüde icine alan evrensel islam anlayısı ortaya cıktı.
    Kaynak. K.Bkligi. Bektaşilik

    Başa dön

    BABAİ AYAKLANMASI

    BABA İLYAS - BABA İSHAK
    Baba İlyas yandaşlarının 1239.da başlattağı ve Anadolu Selçuklu tarihinde bir dönüm noktası oluşturan büyük Türkmen ayaklanmasıdır.Yankıları yüzlerce yıl süren ayaklanma özellikle dinsel alanda izler bırakarak Bektaşilik ğibi tarikatların oluşumunu etkilemiş kırsal kesimlerde yayılmasına yardımcı olmustur.
    Türkmenler arasında ğörüsleri hizla yayılarak çevresinde büyük bir kitle toplayan lider Baba İlyas dı.Yesevi Tarikatına bağlı ve bu düsünçeye göre yetişmis olan Baba İlyas, Horasandan Anadoluya göç etmis bir derviştır. Tanrı sevgisini ,dinin katı kurallarıyla şekillenemeyeceğini, Insanın ancak kendi gönlünce bu aşki bu sevgiyi yarata bileceğini söylüyordu.. Baba İlyasın inançına göre toplumda kadın erkek ayrımı yoktu. Bunların eşit olduğu toplum bir bütündü. Fakat Anadolu daki Selçuklular ve onların eğemenliğindeki beylikler, böyle olması gereken dın anlayışından ayrılmışlar, güçlüler yeryüzünü kendi aralarında paylaşmışlar ve böylece kendi lehlerine estliği ortadan kaldırmıslardı.Halbuki amaç bütün insanlar eşit kardesçe ve elbirliği ile üreterek barış içinde yaşamaları olmalıydı.
    Baba İlyasın bu görüs ve düsünçeleri çevresini çok etkiledi. O yıllardaki Moğol istilasi yüzünden Horasan bölgesinde yaşayanlar Anadoluya göç etmişlerdi. Anadolu Selçuklu devleti Bu yeni gelen göçmenlerden rahatsız olmus daha batıya geçmelerine engel olmustu. Anadoludaki yerli halk ve daha önce buraya gelen göçmenlerle güç birligi yaparak . daha sonra buraya gelen göçmenlerle ellerindeki otlak arazileri paylamak istemediler. Böylece son gelen Türkmenler Güney doğu Anadoluda şikişip kaldılar ve yıgılmaya başladılar. O günkü çoğrafi kosullarında geçim kaynakları olan hayvançılıkda ,hayvanları için yeterli otlak bulamadılar ve yoksulluk içine düstüler. Aralarında cıkan anlaşmazlıklarda Selçuklu devleti tarafsız davranmadı . Bunun sonucu göçerler Selçuklu devletine vergi vermemeye ve buyruklarını dinlememeye basladılar Topraklara sahip çikan yerleşik Türkmenler ve yerli halklar arasında yer, yer çatışmalar yaşandı.Bu durum anlaşmazlıklarda Selçuklu Devleti yerli göçmenlerden yanı daha önçe burayı yurt yapmış ilan Türkmenleden yana tavır koyuyor onları destekliyor diğerlerini cezalandırıyordu. Ve bunun yanı sıra Selçuklu sultanı II Giysettin Keyhüsrevin halkı ezen adaletsiz yönetimi , yoksul ve haksızlığa uğrayan çok geniş Türkmenleri devlete karsi isyan ettiriyordu.
    Huzursuz halk arasında Baba İlyasın düsünçeleri hızlı bir şekilde yayıldı.Halifesi Baba Ishak ise, halkı bu düsünçe etrafında örgütlüyor ve Selçuklu devletinin haksız yönetimine karşı ayaklandırmaya hazırlıyordu.Türkmenlerin maddi ve manevi olarak destekledikleri Baba İlyas ın görüs ve düsünçeleri için ayaklanmanın başlaması yönünde bir işaret bekliyorlardi.Yönetimine karsı bir ayaklanma hazırlıgında olduğunu duyduğu,II. Kiyasettin Keyhüsrev in askerlerinin 1239.da ansızın Baba İlyasın üzerine saldırması , Ayaklanmanın başlamasına sebeb oldu.
    Baba İlyasın ayaklanma çağrısına Türkmenlerin yanı sıra , Halep Antep yöresine daha önçe sürülen Harezm Türkmenleride katılınça ayaklanma çok büyük oldu.Elbistanda yenilen Selçuklular Sivasi Baba,i lere birakarak geri çekildiler.Ardından Amasya ve Kayseri yöresi de Baba,i lerin eline geçinçe, II. Kiyasettin Keyhüsrev Konyadan uzaklaşmak zorunda kaldı.
    Ayaklanmanın bastırılması için Amasya subaşılığına atanan , Mubarizettin Armağan Sah tarafın dan Baba İlyas yakalanarak kale duvarına asılıp öldürüldü. Bundan sonra Baba,i ler , ayaklanmanın siddetini artirarak Kirsehire doğru ilerlemeye basladilar.Ama Selçuklu ordusu bu arada derlenip topallanmis,Üçretli Frank askerlerinin orduya katılmasıylada güçlenmisti.Kirsehir tarafında yapılan savası selçuklular kazandı. Baba Ishak bu savaşda öldürüldü (1240 ) Babai, lerin büyük çoğunluğunun kılıçdan geçirilmesiyle ayaklanma sona erdi.Bu ayaklanma ile daha önçeki saldırılarla güçsüzlesen, Selçuklular dahada sarsıldılar.
    Anadolu Moğul istilasina uğradı. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra Babai inançi etkisini uzun zaman sürdürdü.Toplumdaki değişik inançları zamanla kendi içinde eriterek ve kaynaştirarak bir dinsel akıma dönüstü. Baba İlyasın yandaşları Anadolunun değişik yerlerine dağilarak, zaviyeler kurdular.Kırsal kesimde Tokat Amasya Sivas dolayların da, daha sonra batı Anadolu da ve XIV. Yüzyıldan başlayarak Balkanlardaki müslümanlar arasında bu düsünçeler kurumsallaşdi. Baba İlyas ve Baba Ishak ın daha sonraki zamanlarda , Bektasilik adıyla ortaya çikaçak kurumun ve bu tarıkatın düsünçe ve inanç ortamını yaratan Hünkar Haçı Bektaş Velinin önçüsü oldular.
    Rumeli Bektasileri arasında, Baba Ishak yanlız bir inanç kurucusu olarak değil aynı zamanla Toplumda düzeni sağlayan kişi olarak saygı gördü.. Baba İlyasın halifelerinden Edip Alinin ise Osmanli devletinin kuruluşunda önemli bir yeri vardır.

    BABAILIK

    Moğal istilası önçesinde Anadoludaki Türkmenleri etkiliyen ve Türkiyenin toplumsal ve kültürel tarihinde önemli yeri olan dinsel ve toplumsal harekettır.
    Amasya nın Cat köyüne yerlesen, Baba İlyasın Siyasal bir boyut kattığı asırı siilik,
    yerel inançlar ve samanlıkdan kaynaklanan görüçleri, kendilerinin islam önçesi inanç ve geleneklerini büyük ölçüde koruyan Türkmenler arasinda etkili oldu.
    Kentlerdeki yerleşik halka dayanan bir devlet kuran Selçuklularin dişladiği Türkmenler Peygamberlik mertebesine yüksettikleri ve Baba Resul diye adlandırdıkları Baba İlyas ve halifesi Baba Ishak ın önderliğinde Selçuklu devletini temelinden sarsan büyük bir ayaklanma başlattılar. BABA,I ler AYAKLANMASI. Kırmızı baslık, siyah çübbe ve nalin giyen , Hz Aliye aşiri değer veren ona bağlı olan ve yüçelten anadolu insanları.
    Baba,i lerin din ve tasavvuf alanındaki düsünçeleri tam olarak bilinmemektedir. Düsünçelerinin ve eylemlerinin kaynaklari;nedenleri Tasavvuf din ve siyaset alanındaki etkileri hakkında farklı görüsler öne sürülmektedir.
    Bununla birlikde Bab,i ler ayaklanmasının baştirilmasindan (1240 ) sonra gelisen Bektaşilik tarikati içinde Babai´ liğin ortadan kalkdığı kabul edilir.

    Başa dön

    HACI BEKTAŞI VELİ

    HACI BEKTAŞI VELİ XIII. yy.da yetişmiş ünlü bir düşünür ve gönül adamıdır. Horasan'ın Nisabur kentinde doğmuştur. Annesi Hatem Hatun, babası Seyyit Ibrahim. Haci Bektaş Veli'nin çeşitli kaynaklarda doğum ve ölüm tarihleri değişik gösterilir. Gelişi 1270-1280 yılları arası, ölümü ise 1337 olarak, bazı kaynaklarda ise doğumu 1209. Akılcılığa ve bilime inanan Hacı Bektaş Veli dürüst kişiliğe sahiptir.
    Piri Hoca Ahmet Yesevi kültür ocağından alarak, çok sayıda bilim adaminin yetiştiği bilgi birikimine ve geniş bir dünya görüşüne sahip olmuştur. Hacı Bektaş Veli'nin Anadolu'ya gelişi, Anadolu Selçuklu Devleti'nin siyasi, ekonomik bozulduğu, yönetimde bölünmelerin ortaya çıktığı bir devreye rastlamaktadır. Hacı Bektaş Veli Kirşehir yöresindeki suluca Karahöyük'e (Hacimköy) yerleşmiş, Orta Anadolu'yu dolaştıktan insanin gelenek ve göreneklerini özümseyerek yeni bir bilim ve öğreti merkezi kurmuştur. Burada çok sayıda öğrenci de yetiştiren ve yeniçeri oçağınında piri olarak bilinen Haci Bektaş Veli Anadolu birliğinin sağlanmasına yardımcı olmuştur. Hacı Bektaş Veli, Türk dili ve kültürünün yabancı etkilerden ve unması çabalarını ömrü boyunça sürdürmüstür. Ortaya koymuş olduğu birleştiriçi ve yükseltiçi öğreti her türlü bağnazlıktan uzak, çağa uyan ilkeler haline gelmiştir. Haci Bektaş Veli ibadet ve günlük yaşamda kadını erkeğin yanına almıştır. Güzel sanatlara sevecenlikle bakmış, Dergah'ta öğretisini yaşama geçirmiştir. Makalat, Fevaio. Sadhiyye ve Serh-i Besmek isimli eserlerinin olduğu bilinmektedir. Hacı Bektaş Veli'nin hayatı ve ker "Velayetname" önemli bir eserdir.

    Hacı Bektaş Veli'den Altın Sözler
    Ara Bul.
    Arifler hem arıdır, hem arıtıcıdır.
    Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayın.
    Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu.
    Eğer insan isen, ölmezsin korkma.
    Eline, diline, beline sahip ol.
    Gerçek erenlerin izinden çıkma.
    Gönül yarasına merhem olunuz.
    Hakiki adem su kadar temiz ola.
    Hasetlik eksiklikten gelir.
    Her ne ararsan, kendinde ara.
    Hiç bir milleti ve insani ayıplamayınız.
    İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.
    İnçinsende, inçitme.
    İnsanın cemali, sözünün güzelliğidir.
    Kadını okutun, kadını okumayan millet yükselemez.
    Kendine güç geleni başkaşina reva görme.
    Kendi ayıbını görmek en karıdır.
    Kendini arıtamıyan başkasını arıtamaz.
    Kuvvetini zavallıya değil, zalime kullan.
    Marifet ehlinin ilk makamı edeptır.
    Nebiler, Veliler insanlığa Allah'ın hediyesidir.
    Nefsine ağır geleni kimseye tatbik etme.
    Sakin ol, kimsenin gönlünü yıkma.

    Başa dön

    PİR SULTAN ABDAL

    PİR SULTAN ABDAL
    Pir Sultan Abdal Pîr Sultan Abdal'ın yaşamı üzerine, yazılı kaynaklarda pek bilgi yoktur. Doğum ölüm yılları bile bilinmiyor. Yaşami üzerine bilgiler, genellikle, kendi şiirlerinden, halk söylentilerinden, kuşaktan kuşağa anlatılagelen menkibelerden, bir de yakınlarının ya da başka ozanların onu anlatan şiirlerinden çikarilir.
    Gene de bu yollardan epeyce bilgi edinilmiştir, çünkü Pîr Sultan, bağlandıgı tarikatın din anlayişini, dünya görüşünü yansıtmakta ya da derinleştirmek için soyut şiirler yazan bir sanatçi değildir, doğrudan doğruya başindan geçenleri, kavgasını, özlemlerini, katlandığı acıları, yaşaminin türlü yönlerini yansıtan somut şiirler yazmıştır.
    Şiirlerden, halk söylentilerinden çıkarılan bilgilere göre, Pîr Sultan Sivas'ın Yildizeli ilçesinin Çirçir Bucağına bağlı Banaz köyünde doğmuştur. Yıldızdağı eteklerinde, Çirçir'a kirk sekiz kilometre uzaklıkta, denizden bin yedi yüz metre yüksekte, çogu tek katlı kerpiç evleri, soğuktan korunmak için yarı yarıyarıya toprağa gömülü bir köy...
    Banaz'da bugün de Pîr Sultan'in olduğu söylenen bir ev, önünde şairin yaşadıgı dönemden kaldıgına inanilan bir sögüt ağacı, ağacın altında, aşâsinin ucuna takip Horasan'dan getirildiğine inanilan bir değirmen taşı vardır. Pîr Sultan yaz aylarının güzel havalarında bu taşın üstüne oturup karışıyla sohbet edermiş. Köylüler bu evi, ağacı, taşı kutsal sayarlar.
    Kızının yaktığı ağıtta uzun boyluluğuna, biçimliliğine değinilen şairin asıl adı, şiirlerinde belirttiğine göre, Haydar'dır. Bir yerde soyunun Yemen'li olduğunu, bir yerde Peygamber'in öz torunu olduğunu söyler, bir yerde de Imam Zeynel-Âbidin'den "Zeynel dedem" diye söz eder. Uzmanlara göre, Pîr Sultan'in bu sözleri söylemesinin nedeni halk üzerindeki etkisini arttirmak içindir. Muhammed peygamber soyundan geldiklerini, "seyyid"liklerini ileri sürmek tarikat uluları arasında bir gelenektir. Genel kanı, şairin Iran'in doğusundaki Türk yurdu Horasan'dan, önce Iran Azerbeycanı'ndaki Hoy kasabasına, oradan da Anadolu'ya göçüp Sivas'a yerleşen bir Türkmen soyundan geldiği yolundadır.
    Çocukluğu çobanlikla geçen Pîr Sultan'in okuma yazma bildiği anlaşılıyor, ama bilgin bir kişi olduğu söylenemez. Tekke eğitimi çerçevesinde kalmıştır. Halifeler tarihini, peygamber menkibelerini, evliya menkibelerini, tarikat kurallarını, Yunus Emre'yi, Hatâyî'yi bilir. Bunlar dışında, çağinin bilimleriyle ilgilenmediği gibi, divan edebiyati ile de ilgilenmemiştir. Şiirlerinde Yunan mitolojisinin, Iran mitolojisinin izleri pek yoktur. Ayrıca, genel olarak bütün tarikatların kaynaklandığı Tasavvuf felsefesinin yüksek konularına da girmez.
    Söylentiye göre, Pîr Sultan'in üç oğlu, bir kizi varmış. oğullarından Seyyit Ali Banaz köyünün üst yanındaki çam korusunda,Pîr Muhammed Tokat'ın Daduk Köyünde, Er Gaib de Dersim'de gömülüymüşler. Adı Sanem olan kızının Pîr Sultan asıldığı zaman söylediği ağıt çok ünlüdür. Bazı uzmanlar bu ağıtı Sanem'in ağzından bir tarikat ozanının yazmış olabileceğini belirtirler. Pîr Muhammmed ise babasi gibi şairdir. Delikanli iken attan düşerek öldügü, Pîr Sultan'in "Allah verdiğini almaz dediler / Bana verdiğini aldı n'eyleyım" derken bu olaya değindiği söylenir. Şiirlerinden uzun yaşadığı, çok çocuğu bulunduğu açikça anlaşilan şairin, sağlığında iki oğul acısı görmüş olduğunu ileri sürenler de vardır.
    Pîr Sultan Alevî-Bektaşî tarikatındandır. Tarikata girme arkadaşi, yani musaibi, Ali Baba'dır. Bağlandığı tekkenin pîri ise, Ahmet Yesevî'nin Anadolu'ya gönderdiği dervişlerden Koyun Babanin tekkesinde, Bektaşîliğin kurucusu Haci Bektaş Veli'nin tekkesinde posta oturmuş, yanı en üst makamlara getirilmiş Seyh Hasan'dır.
    Pîr Sultan, bağlandığı tarikatça yalnız dinsel önder değil, devlet başkanı olarak da görülen Iran Şahlari adına, Anadolu halkını Osmanlılar'a karşı kışkırttığı,ayaklanmaya çağirdiği, belki de bir ayaklanmaya öncülük ettiği için, Sivas Valisi Hızır Paşa'nın emriyle tutuklanmış, yolundan dönmeyeceği anlaşilinca da asılmıştır.
    Söylentiye göre, asıldıgı yer Sivas'da eskiden Keçibulan adını taşıyan, sonra uzun süre Darağacı diye anılan, şimdi ise Kepçeli denilen yerdir. Bugün Sanayi Çarşişi'nin karşısında Mal Pazarı olarak kullanılan bu alanın Gazhane bitişiğinde, sıra sögütlerin bitiminde bulunan, boyu beş metre, eni bir metreden fazla, bakımsız toprak yığını onun mezarıdır. Üstündeki moloz taşlar, asılması sırasında Hızır Paşa'nın emriyle halkın attıgı taşlardır.
    Mezarının, bır menkibeye göre Erdebil'de, Bektaşî geleneğine göre de Merzifon'da olduğu söylenir. Daha başka söylentiler de vardır, ama gerçege en yakın görünen söylenti asıldığı yere gömüldügü, yakınlarının, tarikat erlerinin, hükümet baskısı yüzünden ölüsünü alıp köyüne bile götüremedikleridir.
    Şiirlerinden, halk söylentilerinden çikarilan bu dağınık bilgileri değerlendirebilmek için, önce, Pîr Sultan'in ne zaman yaşadıgını saptamak gerekir.
    NE ZAMAN YASADIGI
    Uzmanlar "Yürüyüş eyledi Urum üstüne" diye başlayan şiirindeki sözlerine bakarak, Pîr Sultan Abdal'in Şah Tahmasb zamanında yaşadıgını söylüyorlar. Bu şiirinde söyle sözler var:
    Aslını sorarsan Şah'ın oğludur
    (...)
    Koca Haydar Şah-i cihan torunu
    Ali nesli güzel imam geliyor
    "Koca Haydar Şah-i cihan" diye anilan, Şah Ismail'in babası Seyh Haydar'dır. "Şah" diye anilan ise, Akkoyunlu Devleti'ni yıkıp Safevîoğullari Devleti'ni kurarak Sîî mezhebi başkanlıgı ile devlet başkanlıgını birleştiren, Şah Ismail'in kendisidir. Seyh Haydar'ın torunu, Şah Ismail'in oğlu da Şah Tahmasb'dır.
    Şah Tahmasb'in saltanat döneminin (1524-1578) büyük bir bölümü, Kanunî Sultan Süleyman'ın saltanat dönemine (1520-1566) rastlar. Bu iki hükümdar geçmisteki acı olaylar yüzünden, uzun süre ülkeleri arasında barışı sağlayamamışlar, Iranlilar ile Osmanlılar, 1534'den 1554'e kadar, tam yırmi yılı anlaşmazlıklar, çatışmalar, savaşlarla geçirmişlerdir. Kanunî Sultan Süleyman 1534'de yaptığı doğu seferinde, Iranlilar'in elinde bulunan Bağdat'i Osmanlı topraklarına katmış, Şah Tahmasb 1548'de Anadolu'ya girerek Kemah'a kadar ilerlemiş, 1552'de Ercis, Ahlat kalelerini geri almıştır.
    Pîr Sultan'ın şiirlerindeki olayların Şah Tahmasb dönemindeki olaylara uyması, daha sonraki Iran şahlarının Anadolu üzerine "yürüyüs eylemiş" olmaları, bazı uzmanların kesin konuşmalarına, şairin bu dönemde yaşadıgından şüphe edilemeyeceğini söylemelerine yol açar.
    Oysa bu dönemde Sivas'da valilik etmiş bir Hızır Paşa yok, ama 1552'de Köstendil, 1554'de Sam, 1560'da Bağdat beylerbeyliklerinde bulunmuş bir Hızır Paşa var. Uzmanlar 1567'de ölen bu Hızır Paşa'nın, Bağdat'a giderken, Sivas'a uğrayıp oradaki ayaklanmayı bastırmış olabileceğini söylüyor. Bu görüş doğruysa, Pîr Sultan 1560'da asılmış demektir.
    Pîr Sultan'ın dili on altıncı yüzyılın ikinci yarısının dilidir, diyen bazı uzmanlar ise sairin 1560'da asilmiş olabileceğini kabul etmiyorlar. Onlar halk söylentisini değerlendirerek başka bir yoldan gidiyor, Sivas'da valilik etmis Hızır Pasa'yı arıyorlar.
    Sofi Aziz Mahmut Hüdâyi Efendi'nin I. Ahmed'e yazdığı bir mektupta, Alevîler ile Seyh Bedreddin'e bağlı olanları iyi tanıyan, onlarla uğraşmasinin bilen bir Hızır Paşa'dan söz ediliyor. Belgenin ilgili bulunduğu dönemde ise iki Hızır Paşa yaşamiş. Birinin özellikleri söyle:
    Deli Hızır Paşa, Van Beylerbeyi (1582), Kars Beylerbeyi olarak Iran seferine katılma (1587), Erzurum Beylerbeyi (1588), Sivas Valisi (1588), Diyarbakir Valisi (1589), gene Sivas Valisi (1590), Tuna Muhafızı (1602), Budin Muhafızı (1605), ölümü (1607).
    Deli diye anilmasi gözü pek, acımasız bir kimse olduğunu gösteriyor. Ayrıca Iran seferine katılmış, yani Safevîlere karşi şavaşmiş. Safevî yanlısı Alevîlere düşmanlik besleyebilir. Iki kere Sivas'a vali gönderilmiş, ikincisinde oldukça uzun kalmış. Alevîleri iyi tanıdığı, onlarla uğraşmasını bildiği anlaşiliyor.
    Pîr Sultan'ı astıranın Sivas Valisi Deli Hızır Paşa olduğunu söyleyen uzmanların görüsü doğruysa, şairin ölümü 1588'de, ya da 1590'dan sonradır.
    Gene uzmanlara göre, Pîr Sultan 1534'de Bağdat'ın Osmanlılar'a geçisi üzerine, Iran Şahına,
    Güzel Şah'ım çok yerlerden görünür
    Aslı nedir niye verdin Bağdat'ı
    diye şiir yazmıştır. 1534 ile 1590 arasinda 56 yıl var. Pîr Sultan bu şiiri yazdığında, diyelim 20 yaşındaysa, 76 yaşında ölmüs olur.
    Böyle uzun bir ömür sürdügü kabul edilirse, uzmanlar arasındaki görüş ayrılıkları da sona erebilir. Çünkü bu uzun ömre hem Pîr Sultan'in şiirlerindeki olaylara uygun düşen Şah Tahmasb dönemi, hem de Deli Hızır Paşa sıgdırılabiliyor.
    Gene de bazı durumların açiklanmasi kolay değil. Örnekse, Pîr Sultan'in şiirlerinde bir Alevî ayaklanmasindan şöz ediliyor, oysa Deli Hızır Paşa döneminde Sivas'da böyle bir ayaklanma olmamış.
    Uzmanlar arasındaki görüş ayrılıklarının ötesinde, kesin olan şudur: Pîr Sultan abdal on altıncı yüzyılda Anadolu'da, Sivas yöresinde yaşadı.
    KITAPLAR
    Pîr Sultan abdal üzerine ilk önemli çalişmayi 1929'da Sadettin Nüzhet ERGUN yapmış, 105 şıır yayımlayarak, şair üzerine bilgiler verilmiştir: XVII Asir Saz Sairlerinden Pîr Sultan Abdal.
    Konuya ikinci önemli yaklaşim Pertev Naili BORATAV ile Abdülbâki GÖLPINARLI'nin birlikte hazırladıkları, 1943'de yayımlanan Pîr Sultan Abdal adli kitaplar olmuştur.
    Diğer yayınlar:
    Pîr Sultan Abdal,Abdülbâki Gölpinarli, Varlık Yayinevi
    Pîr Sultan Abdal, Cevdet Kudret, Yeditepe Yayinevi
    Pîr Sultan Abdal, Cahit Öztelli, Milliyet Yayinevi
    Sabahattin Eyüboğlu'nun, ölümünden önce hazırlayıp bitiremeden bıraktıgı bir seçmeler kitabı, dostlarınca tamamlanıp Cem Yayınları arasında basıldi.
    SANATI
    Halkın benimsediği, destan kahramanı durumuna getirdiği şairlerin alınyazısını Pîr Sultan da paylaşmıştır. Uzmanlar yazmalarda gördükleri ya da ağızdan ağıza sürüp gelen Pîr Sultan şiirlerinden hangilerinin gerçekten onun olduğunu, hangilerinin onun adına başkalarınca söylendiğini ayırmakta güçlük çekiyor, çaresiz kalıyorlar. Görünüse bakılırsa, halkımız Pîr Sultan'ın şiirlerini çoğaltma çabasini günümüzde bile sürdürüyor.
    On altıncı yüzyılda yazıldıgı bilinen bir yazmadaki, genellikle eski yazmalardakı Pîr Sultan şiirleriyle sonradan bulunanlar arasında, gerek dil, gerek söyleyis yönünden büyük ayrılıklar olduğu gerçektir.
    Bu durumu gözönünde tutan uzmanlar, Pîr Sultan'in sanati üzerine konuşurken, özellikle eski yazmalardaki şiirlerinden, onun söylediğine kesin diye bakılan şiirlerden yola çikiyorlar. Görüşleri şöyle özetlenebilir:
    Pîr Sultan Halk edebiyati geleneklerinden hiç ayrılmamış, öl&ccedıl;ü, uyak, biçim, dil, söyleyiş özellikleriyle, bir halk ozanı görünümünü hep sürdürmüstür. Şiirleriin genellikle hece ölçüsünün 11'li (4+4+3 ve 6+5) ya da 8'li (4+4 ve 5+3) kaliplariyla yazmış, arada 7'li kalibi da kullanmıştır. Aruz ölçüsüyle şiiri yoktur. Yalnız, gene heceyle yazdığı bir şiirinde gazel düzenini denemiştir. Bunun dişinda şiirleri hep dörtlikler biçimindedir, koşma ya da semaî biçiminde... Çoğu zaman yarım uyak kullanmiş, ses azlıgını rediflerle giderme yoluna da sık sık başvurmuştur.
    Şiirlerinden Pîr Sultan'ın saza bağlılığı açikça anlaşiliyor. Iyi bir çalgi ustası olduğu da düsünülebilir.
    Konularını yalnızca dinsel inançlardan, mezhep ya da tarikat inançlarından almamış, yaşamın çeşitli yönleri üzerine kesinlikle din dişi şiirler de söylemiştir. Tarikat şiirlerinde ise, Ali, On Iki Imam gibi genel konularin yani sira, kendi kavgasını, yaşadıgı günlerdeki çatişmalari, ayrintilariyla yansitmiş olmasi çok ilginçtir. Kurumsal konulara, örnekse Tasavvufun derin sorunlarina girmemiş, yaşam karşisinda hep sonut, hep dişa dönük kalmiştır. Inançlarinin,kavgasının yılmak bilmez, sözünü sakınmaz bir propagandacısıdır.
    Onun şiirlerini okurken Anadolu'nun toplumsal tarihi üzerine bilgiler ediniriz. devlet düzenini bozukluğunu, mezhep ayrılıgından doğan ıç kavgaları, bu yüzden Alevîlere yapilan zulümleri, kadıların haram yediğini, müftülerin yalan yanlış fetva verdiğini, Siilerin karşilaştiği güçlüklerin Sünnî halktan değil, Sünnî Osmanli Devleti'nden geldiğini ögreniriz. Alevî Türkmenlerin, yönetimi durmadan bozulan, dinsel hoşgörüden uzaklaşan Osmanlilar'dan nasıl kopup, Mehdî diye, kurtarici diye Iran Şahlarina sarıldıklarını, siyasal kaygılara nasıl araç edildiklerini görürüz. Bu bağlanişin altındaki çaresizlikleri, giderek bu bağlanişin yarattığı umut kırıklıklarını sezeriz.
    Pîr Sultan din dişi konular işlerken halk ozanlarinin kaliplaşmiş sözlerini kullandığı gibi, zaman zaman bunlardan bütünüyle uzaklaşmiş köy yaşamini tertemiz, katkısız bir gözlem gücüyle yansıyan şiirler de söylemiştir. Insan, hayvan, doğa sevgisiyle örülmüs şiirler...
    Kullandıgı dil çaginin konuşma dilidir. Yabancı sözcükler, din, mezhep, tasavvuf, tarikat aracılığıyla yaşadiği günlerin konuşma diline girdiği oranda onun şiirlerine de girmiştir

    Başa dön

    ŞAH İSMAİL (HATAYİ)

    ŞAH İSMAİL (HATAYİ) Alevi inancı tarihi boyunca sayısız önderler, kamil insanlar, çağının ve toplumun bir değil onlarca adım önünde olan insanlar yetiştirdi. Bu insanlar sadece Aleviler için değil, bütün insanlık için çok büyük kazanımlardır. İşte bu insanlardan biri de ŞAH İsmail’dir. Şah İsmail çağının en önemli siyasetçisi, savaşçısı, din önderi, yazarı ve sanatçısıdır. Aradan 500 yıllık bir zaman geçmesine karşın Şah İsmail’in deyişleri daha bir güzelleşerek insanların beyininde ve yüreğindeki yerlerini korumaktadır. Şah İsmail 37 yıllık ömründe sayısız savaşlar kazanmış, ülkeler fethetmiş, sayısız insanı örgütlemiş ve sayısız sanat eseri üretmiştir. Yaşadığı dönemde değil, onu takip eden dönemlerde de Şah İsmail mazlumun dostu, barbarın, zalimin korkusu olmuştur.
    Şah İsmail 17.07.1487’de doğmuştur (ö. 23.05.1524). Annesinin adı Begüm, babasının adı Haydar’dır. Şah İsmail doğumundan kısa bir süre sonra yetim kalmıştır. Babası Haydar şehit edilmiş kendisi ile ağabeyi Ali ise esir düşmüşlerdir. Şah İsmail, Akkoyunlu devletinde çıkan taht kavgalarının sonucu ve annesinin büyük çabası sonucu zindandan kurtulurlar. Kurtulur kurtulmaz annesi ve ağabeyi ile dedelerinin mirası olan ve kapalı Erdebil Tekkesine gelerek faaliyete başlarlar. Ali babasının tahtına oturur. Kısa bir zaman sonra Rüstem Bey’in ordusu Erdebil’e saldırır. Ali ve arkadaşları şehit düşerken annesi İsmail’i alıp kaçar. Bundan sonrası büyük bir örğütlenme ve gizlilikle devam eder. Şah İsmail artık Erdebil’in tek kurtarıcısıdır. Erdebil Tekkesinin taraftalari onu bu bilinçle eğitirler. Şah İsmail 15 yaşına geldiği zaman artık halk arasında bir efsane haline gelmiştir.
    Şah İsmail kendisini önder olarak kabul eden ve dedelerinin ve babasının yolunu sürdürmesini isteyenlerle bir ordu kurar. İlk iş olarak dedesinin ve babasının katili olan Şirvan hükümdarının üzerine yürür ve ilk zaferini kazanır. Bu zafer sayısız zaferlerin ilkidir. Hemen ardından Akkoyunluları yenerek Azerbaycan ve İran topraklarına sahip olur. 1502 yılında da şanlı bir devrin başlanğıcı olacak Safevi Devleti’ni kurar.
    Şah İsmail’in etkisi ve gücü salt Safevi sınırlarıyla kalmadı, Alevilerin olduğu bütün bölgelerde bir güç kaynağı oldu. Şah İsmail boş durmuyor çeşitli dillerde eserler yazıyor, tasavvufla yakından ilgileniyor, bilimi o zaman imkanları çerçevesinde inceliyordu. Bütün kültürel-sanatsal ve diğer ilgi alanları dışında Şah İsmail Aleviliği sistemleştiriyor, kurumlar yaratıyordu. Alevi inanç sistemini anlatan eserler yazıyor, yazdırıyordu. Şah İsmail ve Erdebil adeta bir Alevi merkezi olmuştu.
    Eğer Şah İsmail’i tek kelime ile anlatmak gerekirse ona Aleviliği kurumlaştıran önder diyebiliriz

    Başa dön

    Semah

    Semah, Aleviler'in temel ibadeti olan cem ayininin ayrılmaz bir parçası, dini bir danstır. Anadolu'nun farklı bölgelerinde farklı isimler ve figürlerle dönülmesine rağmen, genel olarak belli bir kalıbı vardır. Kadın-erkek birlikte, sazla çalınan deyişler ve semahlar eşliğinde ritmik hareketlerle dönülür. Bir daire yaparak dönülen semahlar olduğu gibi karşılıklı durarak, birbirlerinin yerine geçerek.... dönülen semahlar da vardır. Bir eğlence gibi görülmemesi için "Semah dönmek" şeklinde tabir edilir.

    Başa dön

    YEMEK DUASI

    YEMEK DUASI
    Cem töresinde – adak yemeğinde lokma için okunur
    Yemekten önce
    Bismişah – Allah – Allah !.....
    Evvel Allah diyelim, kadim Allah diyelim... Sebber-ü, sübber sundular kevser, bismişah!
    Sofra Ali´nin, himmet Veli´nin, bismişah! ... Geldi Ali sofrası, şah diyelim.
    Şah versin, biz yiyelim! Allah, eyvallah! Destur Şah!....
    Yemekten sonra
    Bismişah – Allah – Allah!....
    Bu gitti, ganisi gele..... Hak Muhammed Ali bereketini vere!
    Yiyip yidirenlere, pişirip kotaranlara, nur-i iman, ask-u sevk ola! Gittiği yer gam ve dert görmeye!.....
    Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin...... lokma hakkına, evliye keremine, cömertler cemine, gerçek erenler demine “Hü” diyelim....
    Nimeti celil, bereketi Ibrahim Halil!

    Başa dön

    Dört Kapı Kırk Makam


    Dört Kapı Kırk Makam şeklindeki Kamil (olgun) insan olma ilkelerini Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin tespit ettiğine inanilir.Haci Bektaş "Kul Tanrı’ya kırk makamda erer, ulaşır, dost olur." buyurmuşlardır. Bu ilkeler aşama aşama insani olgunluğa ulaştırır. Bir başka yoruma göre ise şeriat anadan doğmak, tarikat ikrar vermek, marifet nefsini bilmek, hakikat Hakkı özünde bulmak yollarıdır.
    Dört Kapı şunlardır:
    1.Seriat
    2.Tarikat
    3.Marifet
    4.Hakikat

    Her kapının on makamı vardır.
    Seriat kapısının makamları:
    1. İman etmek,
    2. İlim öğrenmek,
    3. İbadet etmek,
    4. Haramdan uzaklaşmak,
    5. Ailesine faydalı olmak,
    6. Cevreye zarar vermemek,
    7. Peygamberin emirlerine uymak,
    8. Sefkatli olmak,
    9. Temiz olmak ve
    10.Yaramaz işlerden sakınmak.

    Tarikat kapısının makamları
    1. Tövbe etmek,
    2. Mürşidin öğütlerine uymak,
    3. Temiz giyinmek,
    4. İyilik yolunda şavaşmak,
    5. Hizmet etmeyi sevmek,
    6. Haksızlıktan korkmak,
    7. Ümitsizliğe düşmemek,
    8. İbret almak,
    9. Nimet dağıtmak ve
    10.Özünü fakir görmek

    Marifet kapısının makamları
    1. Edepli olmak,
    2. Bencillik, kin ve garezden uzak olmak,
    3. Perhizkarlık,
    4. Sabır ve kanaat,
    5. Haya,
    6. Cömertlik,
    7. İlim,
    8. Hoşgörü,
    9. Özünü bilmek ve
    10.Ariflik.

    Hakikat kapısının makamları
    1. Alcakgönüllü olmak,
    2. Kimsenin ayıbını görmemek,
    3. Yapabileceğin hicbir iyiliği esirgememek,
    4. Allah’ın her yarattığını sevmek,
    5. Tüm insanları bir görmek,
    6. Birliğe yönelmek ve yöneltmek,
    7. Gerceği gizlememek,
    8. Manayı bilmek,
    9. Tanrısal sırrı öğrenmek ve
    10.Tanrısal varlığa ulaşmak